Ana Sayfa Web Sayfasi Yapilir hakantok VOLKSWAGEN 1303 kapak fotograflari is basvurusu yap Dugun Gelenekleri hakantok hakantok Ankara Tanitim Fenerbahce  Burclar  istanbul plajlari ilginc oteller dünya plajlari Ankara Tanitim Otel Adresleri Tuz Gölü Turizm Türkiye Tanitalim Ankara Havuzlar Blog Kpss Test Kpss Test 2 Kahve Fali Taxi Telefonlari Ozel Telefonlar Kaybolan Meslekler Antik Kentler Sehitlerimiz Gezelim Gorelim TBMM Gezici Rehber Anadol STC Memur Haberleri Nostalji Anilar Alocular  Gundem  Otel ik Turk Starlar Dini Sozluk 1 Dini Sozluk 2 Ozturkce  Reklam Alinir Marka Hikayeleri Site Maps Kangal  Turizm Tanitim Evlenmek istiyorum Gida Teroru Yerli Araba iletisim Bilgilerim Twitter Takipci Ek Gelir israil Boykot Yerel Medya Aile  Derin Haber Edebsizlik Teror Siyaset Aile  Yolsuzluk Askerlik-Sehitlik Hz Muhammed Asti ANKARA Jigolo Servisi



Türkiye'deki Antik Kentler - Aigia

Aigia veya Aiolis, Manisa ili, Merkez ilçeye bağlı Köseler Köyü’nün 2 km güneyindeki Gün Dağı’nın üzerinde kısmen ayaktaki harabeleri ile dikkati çeken, M.Ö. 1100 yıllarından sonra Yunanistan’dan gelip kuzeybatı Anadolu kıyılarına yerleşen Aioller tarafından kurulan 12 kent arasında sayılmaktadır.



Günümüzde İzmir Körfezi ile Çandarlı Körfezi arasında yer alan ve antik dönemde Aiolis olarak adlandırılan bölgeye yerleşen ve kentler kuran Aioller, İzmir Körfezi’nin güneyine yerleşen İonlar’ın aksine iç kısımlarda da (Aigai ve Temnos gibi) kentler kurarak ticaretten çok tarım ve hayvancılığa önem vermişlerdir.

Aigai ile ilgili ilk bilgileri tarihçi Herodotos’tan almaktayız. Herodotos (M.Ö. 5. yüzyıl) Aigai Kenti'ni Aiollerin kurduğu 12 kent arasında sayar. Gerçekten de, özellikle akropolisi çeviren teras duvarlarında kullanılan teknik kentin daha İ.Ö. 6. yüzyıldan itibaren güçlü surlarla çevrili olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, kentin gerçek kuruluş tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak önümüzdeki yıllardaki kazılarda karşılaşılacak en erken tabakaların ve buluntuların 'Aigai'nin kuruluş tarihi hakkındaki bilgileri genişletmesi beklenmelidir.
Kentin adı Herodotos’ta Aigaiai, Plinius’da Aegaeae, kentin bastığı sikkelerde ise Aigai ve Aigaion olarak geçmektedir. Kentin adını anan diğer antik yazarlardan Strabon (XIII. 3,5 ), Pseudo Skylax (98) ve Plinius (Naturalis Historia, V.121), bu yerleşimin deniz kıyısında değil, iç kısımda ve dağlık bölgede olduğunu vurgulamaktadır. Ünlü sözlük yazarı Suidas ise (M.S. 10. yüzyıl) Aigai’da üretilen keçi derilerinin Smyrna ve Magnesia agoralarında satıldığını aktarmaktadır.



Aigai'nin diğer bir Aiol Kenti olan Temnos ile birlikte M.Ö. 547 yılından sonra ortaya çıkan PersXenophon, HellenikaKyme ve Myrina gibi kıyı kentlerinin aksine, M.Ö. 5. Yüzyılda Attika-Delos Deniz Birliği’ne vergi vermeyen Aigai'in şansı M.Ö. 3. yüzyılın başlarında Pergamon Krallığı’nın kurulması ile açılmıştır. Bu krallığın temellerini atan Philetairos’un büyük yardımlarda bulunarak Aigai kentini yeniden kurmuş olmalıdır. Zaten bu Hellenistik kent; plan, teraslamalar ve diğer birçok ayrıntı göz önüne alındığında Pergamon’u anımsatmaktadır. Ayrıca Philateiros’un kentin hemen yakınındaki Apollon Khresterios Tapınağı’nın yapımına yardım ettiği de bilinmektedir. egemenliğine karşı direndiği ve bağımsızlığını koruduğu anlaşılmaktadır ( IV.8,5 ).
Anadolu’da Pergamon Krallığı’nın güçlü rakibi olan Seleukos Krallığı’nın Akhaios adlı bir generalin komutasında başlattığı saldırılar (M.Ö. 220-218) sonucunda Aigai ve Aiolis kıyılarıPergamon Kralı Attalos I’in elinden çıkmış, daha sonra krala isyan eden Akhaios’un öldürülmesi ile Aigai ve çevresi yeniden Pergamon Krallığı’na katılmıştı.


Aigai'de Roma yönetimi ile ilgili en erken bilgi M.Ö. 1. yüzyıla aittir. Sezar’ın güvenilir bir adamı olan Publius Servilius Isauricus, Asya Valisi olarak görev yaptığı sırada (M.Ö. 48-46) kente ve buradaki Apollon Khresterios Tapınağı’na önemli yardımlar yapmıştı. Nitekim kentte ele geçen bir heykel kaidesinin üzerindeki yazıttan bu valinin Aigai'da onurlandırıldığı anlaşılmaktadır.
M.S. 17 yılında bölgede meydana gelen şiddetli depremin yerle bir ettiği kentler arasında Aigai da vardır. Tacitus (Annales, 47) tarafından da sözü edilen bu depremin yaraları İmparator Tiberius’un cömert yardımlarıyla sarılmış ve depremden zarar gören kentler şükran ifadesi olarak İtalya’da imparatorun bir heykelini dikmişlerdi.

Kentin adına son kez İ.S. 5. yüzyıla ait Piskoposluk listelerinde ve Hierokles’in Gezi Rehberi’nde rastlanmaktadır. Tahminlere göre, Aigai diğer bir dağ kenti olan Temnos gibi M.S. 7.yüzyıldaki Arap akınları nedeniyle terkedilmiştir. Kentteki en son iskan ise sadece Demir Kapı ve ardındaki sınırlı bir alanda yer alan; 12. ve 13. yüzyıla tarihli küçük bir geç Bizanskilise temsil etmektedir. Söz konusu Geç Bizans iskanı da 14. yüzyılın sonlarında Manisa ve çevresini ele geçiren Saruhanoğulları tarafından terke zorlanmıştır. kale-iskanıdır. Bu dönemi ise kentte küçük bir

M.Ö. 3. yüzyılın başlarına kadar küçük bir kale-kent hüviyetinde olan Aigai Hellenistik Dönem’de gelişmiş ve bir Hellen kenti için vazgeçilmez olan kamu yapılarına kavuşmuştur. Kentin görülmeye değer yapılarından en önemlisi Hellenistik Dönem duvar işçiliğinin en güzel örneklerinin sergilendiği 3 katlı çarşı binası (Agora) ve Halk Meclisi Binası’dır (Bouleuterion).
Kent yaşamı boyunca yağmur suyuna ihtiyaç duymuş, tüm cadde ve sokaklar taş döşenmiş, taş döşemelerin alt kesimleri yağmur sularını irili ufaklı yüzlerce sarnıca yönlendiren kanalizasyon sistemi ile donatılmıştır. Kentin batıya ve güneye bakan yamaçlarında yüksek teras duvarlar ile düz alanlar oluşturulmuş ve buralarda Tiyatro, Gymnasium, Stadium ve Hamamlar gibi kamu yapıları inşa edilmişti

Afrodisias


Afrodisias, Tanrıça Afrodit'e adanmış birçok Eskiçağ kentinin ortak adı. Afrodisias (ya da Aphrodisias) adlı kentlerin en ünlüsü, Güneybatı Anadolu'da, eski Karia bölgesinde, günümüzdeki Aydın iline bağlı Karacasu ilçesinin merkez bucağına bağlı Geyre köyünün yerindeydi.
İ.Ö. V. yy'da kurulan kent, Roma İmparatorluğu döneminde gelişmiş, İ.Ö. I. yy. ile İ.S. V. yy. arasında, önemli bir sanat, öncelikle de heykelcilik merkezi haline gelmiş, Afrodit tapınağıyla ve Afrodit adına yapılan törenlerle ün salmıştır.
Afrodisias kenti, deprem kuşağındaki konumu nedeniyle, tarihi boyunca pek çok depremden şiddetle etkilenmiştir. Özellikle 4. yüzyıl ve 7. yüzyıl da burada büyük depremler olduğu bilinmektedir. 4. yüzyıl depremi ayrıca Afrodias'ın bulunduğu mevkide su akış mecralarını da değiştirmiş, kentin bazı kısımlarını su baskınlarına maruz kalmaya müsait bir hale getirmiştir. Su baskınları sorununu çözümleme amaçlı ve aciliyet içinde inşa edildiği anlaşılan tahliye sisteminin kanıtları bugün de görülebilmektedir. 7. yüzyıldaki depremden sonra Afrodisias bir daha hiçbirzaman tam olarak kendine gelememiş, ve bakımsızlığa düşmüştür. Zamanla kalıntılar kısmen Geyre köyü alanı ile örtülmüştür. 20. yüzyıl başlarında Geyre köyünün bir kısmı yine deprem nedeniyle boşalmış, boşaltılan alanın altındaki kalıntılar ortaya çıkmıştır. 1960'da Geyre, yine deprem mülahazalarıyla, bugünkü yerine taşınmış ve belde olmuştur.
Kent 7. yüzyıldan itibaren paganizm çağrışımlı Afrodisias ismini terkederek Hristiyanlık etkisiyle Stavropolis (Haç kenti) şeklinde adlandırılmıştır. Bizans İmparatorluğu döneminde bölge (antik çağ Karya 'sına nazaran daha iç bölgede yer almasına rağmen) Karya olarak anılmaya başlamıştır. 1260 yılından itibaren TürklerTürkçe 'ye yansımıştır. in bölgede egemenlik kurması ile Karia ismi Geyre olarak

Afrodit Tapınağı

Afrodit Tapınağı Afrodisias kentinin odak noktası olmuş, ancak sonradan bir Hristiyan bazilikasına dönüştürülmesi esnasında karakteri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Afrodisias'lı heykeltıraşları antik çağda haklı bir üne kavuşturan ustalıklarının ve üretkenliklerinin örnekleri bu Tapınak'ta, sitin diğer bölümlerinde ve Afrodisias Müzesi'nde görülebilmektedir. Agora bölümünde pek çok hasarsız heykele ulaşılabilmiş ve gerçek anlamda bir heykelcilik okulunun varlığına işaret eden deneme heykelleri ve tamamlanmamış eserler keşfedilmiştir. Ayrıca, sitin çeşitli noktalarında sütunlar ve çelenklerle bezenmiş sarkofaj lar bulunmuştur. İnsan, kuş ve diğer hayvan figürleri ve bitkisel motiflerle süslenmiş pilaster ler de Afrodisias'ın cevherleri arasındadır. Yakın çevrede zengin mermer yataklarının varlığı heykel sanatının gelişimine doğrudan katkıda bulunmuştur.


Diğer binalar ve buluntular

Afrodisias'ta Afrodit Tapınağı dışında da kaydadeğer pek çok yapı bulunmaktadır. Bunların başında Akdeniz havzası genelinde antik çağa ait ve en iyi şekilde korunarak günümüze ulaşmış stadyum yer almaktadır. 262 m. uzunluğunda ve 59 m. genişliğindeki bu stadyum 7. yüzyıldaki deprem nedeniyle ağır hasar görmesine kadar atletizm karşılaşmaları ve diğer sosyal etkinlikler için kullanılmıştır.
Afrodisias kazıları önemli miktarda Yahudi kökenli yazıtlar da ortaya koymuştur. Bunların tarihi önemi henüz tam kesinleştirilememekte birlikte, pek çoğu 'theosebeis' (Tanrı'dan korkanlar) tanımlanan kişilerce yapılmış bağışların listelerini içeren bu yazıtlar, Sart sinagog u ve İncil temel alınarak yapılabilecek kıyaslamalar bazında, diğer dinlerden olup da bir şekilde Afrodisias Yahudi cemaati ile bağ kurmuş bir topluluğa atıfta bulunuyor olabilirler. Bunun Roma İmparatorluğu döneminde Anadolu'da yaygın bir gelenek olduğunu ileri süren uzmanlar bulunmaktadır.

Kazılar ve diğer çalışmalar

Aphrodisias'ta ilk kazılar 1904-1905 yıllarında Paul Gaudin tarafından yapılmıştır. Halen sürmekte olan ve New York Üniversitesi tarafından koordine edilen Afrodisias kazılarının başlangıcı 1961 yılına ve vefatına kadar tüm kariyerini buraya adayan Kenan Erim 'e dayanmaktadır. Bugün, çalışmaların devamı yine New York Üniversitesi himayesinde; Oxford Üniversitesi Lincoln Kürsüsü'nde Klasik Arkeoloji ve Sanat Profesörü olan Prof. R.R.R. Smith ile New York Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü'nde Prof. Christopher Ratte'nin ortak yönetimi altında sürmektedir. Sur duvarlarından itibaren 1 km.lik alan 1. Derece Sit Alanı ilan edilmiştir. Kalıntıların zenginliği nedeniyle kazıların başlangıcında inşa edilen müzenin yetersiz kalması nedeniyle yeni bir Afrodisias Müzesi 'nin kurulması gündemdedir.
super bir yer



Afrodisias

Afrodit'e duyulan sevgi nedeniyle eskiden birçok kente verilen ad. En bilineni Aydın'ın Karacasu ilçesine bağlı Geyre köyündedir. Helenizm kültürünün Anadolu'ya yayılmasıyla bu adı almıştır. Kent, Romalılar döneminde de önemini sürdürmüş ve heykelciliğin merkezi olmuştur. Hristiyanlık döneminde Stavropolis adını alan kent 15. yy.'daki depremde yerle bir olmuştur. Bugün kalıntıların yer aldığı bölgede kazılar sonucu ortaya çıkan eserler İstanbul ve İzmir arkeoloji müzelerindedir.
Anadolu'nun Karia Bölgesi'nin kuzey-doğusunda, Tanrıça Aphrodite'e adanmış antik Roma kenti. Bugün, İzmir'e 230 km. uzaklıktaki Aydın İli KaracasuGeyre Köyü yakınında yer alan Afrodisias, Salbakos (Baba) Dağı'nın (2308 m.) batı eteğinde, denizden yaklaşık 600 m. yükseklikteki bir plato üstünde kurulmuştur. ilçesine bağlı
Aphrodisias antik kentinin içinde Pekmez Höyük, Kuşkalesi ve Akropolis adlarıyla bilinen üç yer prehistorik dönemlerden itibaren iskan görmüştür. Prehistorik yerleşmelere ait dolgular Pekmez Höyük'te tespit edilmiştir. Pekmez Höyük'ün yüksekliği yaklaşık 13 m., taban çapı 125 m.dir.Ovanın güneyinde üçüncü bir prehistorik yerleşme yeri ise Kuşkalesi'dir.
Antik çağ yazarlarından Byzantionlu Stephanos (M.S. VI. yüzyıl başı) kentin adını Ninoe olarak belirtmiştir. Bu ad Akadlardaki Tanrıça Nin ya da Nina (İştar) ile benzer olup Aphrodite kültüyle ilişkilidir. Yunan coğrafyacılar Strabon (M.Ö. 64-24) ve Pausanias (M.S. 143–176) ile Romalı tarihçi Tacitus (M.S. 56–117) ve Romalı bilgin Yaşlı Plinius (M.S. 23–79) gibi antik yazarların yapıtlarında da hakkında bilgiler bulunan Afrodisias'ın Roma’yla yakın ilişkileri, M.Ö. 82'de imparator Sulla'yla başlar, Julius Caesar (hükümdarlık dönemi M.Ö. 46–44) ve ardından adına kutsal bir yapı yapılmış olan Octavianus'la (Augustus, hükümdarlık dönemi M.Ö. 27-14) devam eder. Bu dönemlerde kente imparatorların yardım ettiği bilinmektedir. Bu nedenle M.S. I ve II yüzyıllarda Afrodisias, hem dini bir merkez durumuna gelmiş hem de kültür ve sanat alanında gelişerek Karia'nın bir metropolisi olmuştur. Kentin adı, bu dönemde Aphrodite'nin adını unutturmak istercesine, Stauropolis olarak değiştirilmiştir. Kent daha sonra, 1080–1256 arasında Anadolu Selçuklularınca ele geçirilmiştir.
Roma ve öteki merkezlerde ele geçen ve üstünde Afrodisiaslı sanatçıların imzası bulunan birçok yapıtın yanı sıra ören yerindeki kazılar sonucunda ortaya çıkarılmış yüksek nitelikteki heykel ve öteki plastik yapıtlardan, Afrodisias'ın Yunan ve Roma dünyasının en önemli heykelcilik okullarından biri olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca kentte bilim, edebiyat ve felsefe konularında değerli kişilerin yetişmiş olduğu da bilinmektedir. Tıp alanındaki yazılarıyla tanınan Ksenokrates, Neron (hükümdarlık dönemi M.S. 54–68) ve Flaviuslar döneminde (69-96) bu kentte yaşamıştır. Roman yazarı Khariton (M.S. II. yy.) ve Aristoteles felsefesinin yorumcusu olarak tanınan Aleksander (M.S. 200) Aphrodisiaslı ünlülerdendir.
Aphrodisias kenti, M.S. 260'larda Got akınlarının tehdidine karşı yapılmış 3,5 km.lik bir surla çevrilidir. M.S. IV. yy.da onarım gördüğü anlaşılan bu surların iç kısmında kuleler yer almaktadır. Altı kapıyla dışarıyla bağlantısı sağlanmış olan kent, toplam 520 hektarlık bir alanı çevreleyen sur içinde genelde düz bir topografyaya sahiptir. Ancak güneye doğru, bugün akropolis olarak tanımlanan, prehistorik yerleşmelerin bulunduğu, 15–20 m. yükseklikteki höyük yer almaktadır. Höyüğün batı yamacında yapılan kazılarda kerpiçten yapılmış tunç çağı yerleşmelerinin kalıntıları gün ışığına çıkarılmıştır. Kentin kalkolitik çağına ışık tutan buluntularsa akropolisin güneydoğusunda yer alan Pekmez Tepesi'nde ele geçmiştir. Her iki yerleşmeden elde edilen buluntular Aphrodisias'ın Ege (Troia, Yortan, Kusura, Beycesultan) ve Anadolu'daki (Kültepe, Elmalı-Karataş) öteki 3. ve 2. bin yerleşmeleriyle ilişkili olduğunu ortaya koymuştur.
Afrodisias kenti, deprem kuşağındaki konumu nedeniyle, tarihi boyunca pek çok depremden şiddetle etkilenmiştir. Özellikle IV. yüzyıl ve VII. yüzyılda burada büyük depremler olduğu bilinmektedir. IV. yüzyıl depremi ayrıca Afrodisias'ın bulunduğu mevkide su akış mecralarını da değiştirmiş, kentin bazı kısımlarını su baskınlarına maruz kalmaya müsait bir hale getirmiştir. Su baskınları sorununu çözümleme amaçlı ve aciliyet içinde inşa edildiği anlaşılan tahliye sisteminin kanıtları bugün de görülebilmektedir. VII. yüzyıldaki depremden sonra Afrodisias bir daha hiçbir zaman tam olarak kendine gelememiş ve bakımsızlığa düşmüştür. Zamanla kalıntılar kısmen Geyre Köyü alanı ile örtülmüştür. XX. yüzyıl başlarında Geyre Köyü'nün bir kısmı yine bir deprem nedeniyle boşalmış, boşaltılan alanın altındaki kalıntılar ortaya çıkmıştır. 1960'larda Geyre, deprem olasılığı da düşünülerek bugünkü yerine taşınmış ve belde olmuştur.

Aphrodite Tapınağı

Kentin tanrıçası Aphrodite için yapılan tapınak kentteki en eski mermer binadır. Tapınağa ait kutsal alanın (temenos) sınırlarının belli olması bu alana tanınan sığınma hakkından dolayı önemli olmuştur. Tapınak çevresindeki yazıtlarla önce bu imtiyazın Iulius Caesar ve ardılı, daha sonra da Roma İmparatoru Augustus tarafından verildiği ortaya konulmuştur.
M.S. I. yüzyılın başlarında tamamlanan mermer tapınağın yapımında yardımcı olan seçkin yerel ailelerin isimleri sütunlar üzerine yazılmış, tapınağın kurucusu olarak kabul edilen G. Julius Zoilos, yaşamı boyunca Aphrodite rahibi ünvanı ile onurlandırılmıştır.
Geleneksel tarzda Ion tapınağı olarak yapılan yapının kısa kenarında sekiz, uzun kenarında on üç iyon tarzı sütün bulunmaktadır. Yapı, M.S. II. yüzyılın sonlarında revaklarla (stoa) çevrelenmiş, doğu uçta sütunlarla süslü bir cephe yapılmıştır. Böylelikle ana tapınağın doğusunda bir ön avlu oluşturulmuş; bu avlu, III. yüzyılın başlarında yüksek duvarlarla çevrilmiştir. Bu duvarların çevrelediği alanın girişi ise mavimsi gri mermerden tek parça ve beyaz mermerden spiral yivli sütunlarla süslenmiş, ayrıca erosların av maceralarını içeren zengin mimari kabartmalarla bezenmiş anıtsal kapı (Tetrapylon) ile sağlanmıştır. Bu kapı, şehrin kuzey-güney doğrultusunda uzanan ana caddesinden kentin en kutsal alanına giriş çıkışı kontrol altına almıştır.
Tapınak, Hiristiyanlığın kentin ana dini haline geldiği M.S. 500 yıllarında dış sütunların kilisenin içindeki nef sütunlarına dönüştürülmesi, tanrıça heykelinin bulunduğu kapalı kısmın (cella) yok edilerek buradan elde edilen taşların yapının dış duvarlarının yapımında kullanılması suretiyle kentin en büyük tapınağı haline getirilmiş, Aphrodite heykelleriyle kabartmalarının yerini Hıristiyanlığa ait semboller almıştır.

Sebasteion Tapınağı: Iulius-Claudius Hanedanı İmparatorlarının İbadet Yeri

Tapınak, Afrodisyas'ın kuzey-güney doğrultusunda uzanan ana caddenin doğu kenarında ve Aphrodite Tapınağı'nın önavlusunun güneybatısında yer alan, Roma İmparatorlarına (Sebastoi) ait kutsal alanda bulunmaktadır. Roma İmparatorlarının tanrı olarak kabul edildiği dönemde, imparatorların gücüne saygı göstermek ve kent ile Roma İmparatorluğu arasındaki kuvvetli bağı vurgulamak amacıyla yapılmıştır. İmparatorların Tapınağı anlamına gelen Sebasteion sözcüğü de bu ilişkiyi doğrulamaktadır.
Tapınak, Roma'nın ikinci imparatoru Tiberius döneminde (M.S.14-37) yapılmaya başlanmış, Nero döneminde M.S.60 yılı civarında bitirilmiştir. Aphrodite'ye, Roma'nın tanrı imparatorlarına (Theoi Sebastoi) ve Afrodisias halkına adanan tapınak, yerel iki ailenin önderliğinde yapılmıştır.
Tapınak dört bölümden oluşur: Doğu uçta yüksek merdivenlerle ulaşılan ana tapınak yapısı ve batı uçta yer alan anıtsal kapı (propylon) ile ortadaki avlunun her iki yanında yer alan uzun revaklar.
Kentin ana kuzey-güney caddesi üzerindeki Propylon oldukça yüksek ve sütunlarla süslenmiş bir yapıdır. Alt katta ion, üst katta korint sütunların yer aldığı kapının üzerinde barok bir alınlık vardır. Toplam 16 sütun dört sayvan (aedicula) meydana getirmektedir. Bunların içinde bir dizi heykele ait kaideler bulunmaktadır.
Bu girişin sonrasındaki merdivenlerle mermer döşeli bir avluya girilmektedir. 14 m.x 90 m. boyutlarındaki bu avlunun doğu ucunda Roma korint tarzı bir tapınak, kuzey ve güney kenarlarda ise yükseklikleri 14 m.'ye ulaşan 3 katlı yapılar yer almaktadır. Kuzey ve güney cephelerdeki yapıların ikinci ve üçüncü katlarında insan boyutunda yapılmış 200 adet kabartma bulunmaktadır. Giriş katında dor, ikinci katta ion, üçüncü katta da korint üslubunda olan sütunların toplam sayısı 300'ün üzerinde olup, giriş katındaki odalar, yapının üretim merkezi ve pazar yeri olarak kullanıldığı Geç Antik Çağ'da eklenmiştir.
Tapınağın mimarisi, Hellenistik ve Roma geleneklerini birleştirmektedir. Ortadaki dar bir alanın oldukça yüksek ve süslü yan cephelerle çevrelenmesi ve payelerle duvara bitişik yarım sütunlar arasındaki kabartmalı cephelerin tasarımında antik tiyatroların sahne binası süslemelerinden esinlenilmiş olması yapının Hellenistik yanını ortaya koymaktadır.

Sebasteion Kabartmaları

Sebasteion Tapınağı'nın kuzey ve güney kenarındaki cephelerin ikinci ve üçüncü katlarında yer alan, insan boyutlarında yapılmış, 200 adet kabartma Sebasteion Kabartmaları olarak adlandırılmaktadır.
Iulius-Claudius hanedanı imparatorlarının ibadet yeri olarak bilinen tapınağın güney cephesinin üçüncü katındaki kabartmalar, Roma imparatorlarını ve tanrıları, ikinci kattakiler ise Yunan mitolojisinden öyküleri betimlemektedir. Kabartmalardaki mitolojik kahramanlar geçmişi; Roma İmparatorları ve onlarla aynı katta yer alan tanrılar ise bugünü simgelemekte; böylelikle Roma İmparatorlarının Antik Yunan'ın devamı olduğu savını doğrulayacak bir bağlantı kurulmaya çalışılmaktadır.
Kuzey yapının ikinci katında, Augustus tarafından imparatorluğa katılan 50 adet ethne, yani halklar kabartması; üçüncü katında ise Roma İmparatorları ile Gün ve Okyanus gibi zaman ve mekanın evrensel alegorilerinin betimlemeleri yer alır.
Heykeltraşların eş-zamanlı bir çalışma sonucunda yaptıkları 200 kabartmanın kazılar sonucunda bulunabilen 80 adeti, 31 Mayıs 2008 tarihinden itibaren Mimar Cengiz Bektaş tarafından tasarlanan Afrodisias Müzesi Sevgi Gönül Salonu'nda sergilenmektedir.



Stadyum

M.S. I. yüzyılda inşa edilen Stadyum, yapıldığı yıllarda kentin kuzeyindeki önemli bir yolun kenarındaydı. Yapı, yaklaşık 262 m. uzunluğunda ve 59 m. genişliğinde olup Akdeniz'deki benzerleri arasında en iyi korunabilmiş olanıdır. Mermerden yapılan seyirci kısmı(cavea) 30.000 seyirciyi, kent nüfusunun en az iki mislini alabilecek büyüklüktedir. Seyirci kısmı, izleyenlerin görüş alanını genişletmek amacıyla hafif kavisli olarak yapılmıştır. Tam ortasında koltuk şeklinde düzenlenen oturma yerleri kentin ileri gelenlerine ayrılmıştı.
Yaklaşık 180 metre uzunluğundaki koşu sahasının her iki ucu, benzerlerinden farklı olarak kapalı ve yarım daire şeklindedir. Seyirciler yapıya kuzey-güney yönünde bulunan sokaklara açılan büyük merdivenlerden güneyden girmekteydiler. Atletizm yarışmaları için kullanılan yapının doğu ucu, meydana gelen depremlerin kent tiyatrosunda oluşturduğu ciddi hasarlar nedeniyle arena oyunları, sirk ve hayvan gösterilerine uygun bir biçime dönüştürüldü. M.S. IV. yüzyılın ortalarında ise yapının kuzeybatısındaki seyirci sıralarının üzerinde görülen sıra kemerler ve duvarlar kent surları ile birleştirilmiş, böylelikle kentin herhangi bir şekilde işgal edilmesi durumunda buranın bir saldırı noktası olarak kullanılması fırsatı yaratılmıştır.

Tiyatro

Sahne binası seyircilerin oturduğu bölümden kapalı geçişlerle (paradoi) ayrılmış ve bu alanlardan tiyatroya giriş sağlanmıştır. Sahnenin üstündeki üç katlı yapı ise dor üslubunda düzenlenen ve dışarıya çıkıntı yapan sütunlarla süslenmiş, duvar payeleri üzerinde yükselen üçgen alınlıklar ve nişlerle zenginleştirilmiştir.
Mermer sahne binasının üzerindeki arşitravda yapının M.Ö. 20 yıllarında, önceleri Octavianus'un kölesi olup daha sonra özgür bırakılan G. Julius Zoilos tarafından vakfedildiği belirtilmektedir. M.S. II. yüzyılda gladyatör dövüşlerinin, güreş yarışmalarının ve hayvanlarla yapılan gösterilerin ilgi görmesi üzerine en öndeki iki sıra kaldırılıp onun yerine düz bir duvarın eklenmesiyle orkestra bölümü derinleştirilmiş, böylece bu vahşi gösteriler sırasında izleyicilerin tehlikeden korunması sağlanmıştır.
Yaklaşık 5 m. yüksekliğe ve 15 m. uzunluğa sahip sahne duvarı, Romalı önderlerin ve imparatorların mektupları ile Afrodisias'a tanınan ayrıcalıklarla ilgili senato kararlarının yer aldığı Hellence yazıtlarla kaplıdır.

Meclis Binası (Bouleuterion)

Sırtını Kuzey Agora'ya veren tiyatro benzeri Meclis Binası (Bouleuterion), 2. yüzyılın sonu veya 3. yüzyılda yapılmıştır. Tonozlarla desteklenen yarım daire düzenindeki oturma kısmının üstü bir çatı ile kaplıdır. Özgün haliyle 19 sıradan oluşan seyirci bölümü 1.000 kişiyi içine alabilmektedir. Geç Roma-Erken Bizans döneminde çökmüş ve daha sonra onarılmamış olan summa cavea (üst cavea) başlangıçta, tonozlu 11 oda üstüne oturmaktaydı. Yapının sahne duvarında, arkadaki koridora açılan beş kapı ve bunların arasında da içinde heykeller duran nişler yer almaktadır. Sahne binası iç koridorunun her iki ucunda üst caveaya çıkışı sağlayan merdivenler vardır. Bu koridorun güney duvarındaki beş kapıdan da, kentin önde gelenlerinin portrelerinin bulunduğu, agora kompleksinin bir parçası olan porticus post scaeniuma (sahne binası arkasındaki portik) geçilmektedir. Sahnesi çok katlı olup girinti ve çıkıntılarla süslüdür. Sütunları spiral yivli gri mermerden yapılmıştır. Cephesi, tanrılar ve yerel hayırseverlerle halkı temsil eden Boule ve Demos gibi kişileştirilmiş heykellerle süslüdür. Sahne zemini daha sonraki tarihlerde aşağıya alındığı için arkasındaki sahne binası daha yüksek hale gelmiştir. Sahne binası üzerinde yer alan bir yazıttan yerel bir vatandaş olan Flavius Amperilius'un V. yüzyılın ortalarında yapıda bir değişiklik yaptırdığı anlaşılmaktadır. Sahne zeminindeki opus sectile (değişik biçimlerde, çoğunlukla geometrik biçimlerde kesilmiş renkli taş parçacıklarının harç tabakası üzerine yerleştirilmesi suretiyle yapılan) mozaikleri Afrodisias Müzesi tarafından korumaya alınmıştır.

Agora ve Tiberius Portikosu

Bouleuterion'un güneyindeki Agora'nın planlamasına M.S. I. yy.da başlanmış, M.S. 2. yy.a doğru boyutları genişletilerek inşasına devam edilmiştir. Üç yanı İon düzeninde portiklerle çevrili olan yapı 205 x 120 m. boyutlarındadır. Kuzey portiğinin sütunları günümüzde de ayaktadır. Agoranın hemen güneyinde, arşitrav blokları üstündeki yazıta göre İmparator Tiberius'a adanmış, İon düzeninde, dikdörtgen planlı bir portik yer almaktadır. Tiberius Portiği'nin en etkileyici yanı frizinde meyve ve çiçek çelenkleriyle bezeli mask ve başların bulunmasıdır. Bu portiğin güneybatısında yapılan kazılarda, Diocletianus'un (hükümdarlık dönemi 285–305) fiyat listelerini içeren birçok yazıt parçası ele geçmiştir. Bir olasılıkla bu listeler, portiğin güneyindeki Büyük Bazilika'da bulunmaktaydı.

Hadrian Hamamları

Hadrian Hamamları, kentin günümüze kalmış en büyük yapılardan biridir. M.S. II. yüzyılda tipik Roma hamamları tarzında simetrik bir düzende yapılmış ve İmparator Hadrianus'a (117-138) adanmıştır. Yapı, yarım daire biçiminde niş ve havuzlarla donatılan bir dizi tonozlu mekandan oluşmaktadır. Beş büyük mekândan oluşan yapıda, ortada her iki yanı, havuzlu birer tepidariumla (ılıklık) bağlantılı caldarium (sıcaklık) yer alır. Doğuda praefurnium (külhan), onun yanında ortası yuvarlak havuzlu sudatorium (terleme mekânı), kuzeydeyse içine basamaklarla inilen bir havuzu bulunan ve frigidarium (soğukluk) olabilecek bir bölüm bulunmaktadır.Bu mekanların doğusunda yer alan bir dizi oda sütunlarla çevrili geniş bir ön avluya bakmakta, kuzeyinde de ince bir işçilikle yapılmış bir çeşme yer almaktadır. Hamamların doğusunda yer alan ve Güney Agora içinde bulunan büyük havuz da hamamlardan gelen suyla beslenmiştir.
Büyük kalker bloklardan örülmüş ve önemli bir kısmı ayakta olan duvarların üzerleri mermer plakalarla kaplıydı. Yıkılan tonozların moloz harçla yapıldığı ve iç kısımlarının sıva ile kaplandığı görülmektedir. Çatının oluklu kiremitle kaplandığı anlaşılmaktadır. Günlük yaşamda önemli bir yeri olan hamam binası ile çeşme ve ön avlu, görkemli bir mimariye sahip olup mitolojik sahnelerin işlendiği kabartma ve heykellerle süslenmiştir. Bu bölgeden elde edilen büyük boyutlu heykeller bugün Afrodisias Müzesi'nde sergilenmektedir.

Kazı Çalışmaları

XVII. yy.ın sonlarından itibaren Batılı gezgin ve araştırmacıların dikkatini çeken kentte önce İngiliz Dilettanti Derneği ekibi, ardından Fransız arkeolog ve gezgin Charles Texier'le (1802–71) başlayan araştırmalar, XX. yy.ın başlarında Fransız amatör arkeolog Paul Gaudin'in 1904–05 arasında sürdürmüş olduğu kısa süreli kazılarla devam etmiştir. Gaudin'in kazıları özellikle, daha sonra Hadrianus Hamamı olarak adlandırılan yapıda başlamış, buluntuların büyük bir bölümü İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne gönderilmiştir. Afrodisias'ta I. Dünya Savaşı'ndan önce, Atina Fransız Okulu da bir kazı yapmak istemişse de, bu gerçekleşmemiştir. 1937 sonbaharında Giulio Jacopi başkanlığında İtalyan ekibin başlattığı ve birkaç hafta süren kazı çalışmaları sırasında Hadrianus Hamamı'nın doğusunda, bir olasılıkla Agora'ya ait, İmparator Tiberius'a (hükümdarlık dönemi M.S. 14–37) adanmış, İon düzeninde bir portik gün ışığına çıkarılmıştır. 1961'de kentte, New York Üniversitesi adına Kenan T. Erim tarafından sistematik kazı ve incelemeler, kurtarma, koruma ve onarıma yönelik olarak başlatılmıştır. Ayrıca, 1966–84 arasında National Geographic Society'nin yardımlarıyla, özellikle Tiyatro ve prehistorik yerleşmelerin bulunduğu höyükte araştırmalara devam edilmiştir. Günümüzde de sürdürülen bu çalışmalar, Prof. Kenan T. Erim'in 1992'de ölümü üzerine New York Üniversitesi himayesinde; Oxford Üniversitesi Lincoln Kürsüsü'nde Klasik Arkeoloji ve Sanat Profesörü olan Prof. R.R.R. Smith ile New York Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü'nde Prof. Christopher Ratte'nin ortak yönetimi altında sürmektedir.

Tanıtım Çalışmaları

Afrodisias antik kenti, kazı ve restorasyon çalışmalarıyla tanıtım etkinleri açısından ülkemizdeki en şanslı ören yerlerinden biridir. Bu şansın oluşumunda rahmetli Prof. Dr. Kenan T. Erim'in yaşam öyküsünden kaynaklanan yabancı kurum ve kişilerle ilişkileri yanında ülkemizdeki iş aleminin ve özel kuruluşların desteğini sağlama konusundaki bireysel ve örgütsel çabaların büyük etkisi olmuştur. Onursal başkanlığını Kültür ve Turizm Bakanının, Başkanlık görevini de Koç Holding Başkan Vekili Ömer M. Koç'un yaptığı Geyre Vakfı ile Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, bu alanda yaptığı katkılarla sergi, konser, konferans gibi etkinliklerle kazı ve restorasyon çalışmalarının finansmanını sağlamakta ve kentin tanıtımını gerçekleştirmektedir.

 Aizanoi

Aizanoi, Kütahya şehir merkezine 58 kilometre uzaklıkta, Çavdarhisar ilçesinde bulunan antik bir kenttir.
Aizanoi'nin isminin Zeus'un kızı su perisi Erato ile Arkadya ulularından Kral Arkas'ın oğlundan geldiği sanılmaktadır. Aizanoi kültürel yapısıyla sanat çevreleri tarafından ikinci Efes unvanını almıştır.
Kütahya burokrasisi son yıllarda az da olsa gelişen tanıtımıyla umutludur. Kentte dünyanın en iyi korunmuş Zeus tapınağı, dünyanın ilk örneklerinden Stadyum-Tiyatro kompleksi, dünyanın ilk borsa yapısı vardır. Bu borsa yapısı 1970 Gediz Depreminde caminin yıkılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bunun dışında nekropoller, olimpiyat şeref tribün abidesi, 4 köprü ikisi çok kötü şekilde restore edilmiş ve hala kullanılıyor. Bunun dışında Meter Steunne alanı ve tüneli önemli bir eserdir.



Roma dönemine ait tapınağın çevresinde yürütülen kazılar İlk Tunç Çağı'na ait yerleşme tabakalarını da açığa çıkarmıştır. Buradaki ilk kazılar 1926 yılında, ikinci dönem kazıları ise 1970 yılında başlatılmıştır. Aizanoi anik kenti, eski adı Penkalas olan Koca Çay'ın iki yakasında kurulmuştur. Roma döneminde yün, şarap ve tahıl üretimi ile zenginleşen bu şehir, Erken Bizans döneminde bir piskoposluk merkezi olmuştur. Milattan sonra yedinci yüzyılda şehrin önemi giderek azalmıştır. Tapınağın bulunduğu alan, Ortaçağ'da bir hisara dönüştürülmüştür. Selçuklular zamanında buraya yerleşen Çavdar Tatarları, günümüzde buranın "Çavdarhisar" olarak adlandırılmasının nedeni olmuştur.

"Zeus" tapınağı, şehrin ana kutsal alanıdır. Bu tapınağın yapımına MS ikinci yüzyılın ikinci çeyreğinde, İmparator Hadrian döneminde başlanmıştır. Bu tapınağın en önemli özelliği, altında tonozlarla örtülü bir başka mekanın olmasıdır. Bu, Anadolu'da Roma döneminde pek alışılmamış bir uygulamadır ve bir benzerine henüz rastlanmamıştır. Tapınağın önünde bulunan kadın büstü biçimli akroter, tapınağın yalnızca Zeus'a adanmış olmayabileceğini göstermektedir. Son dönem araştırmaları ise bu tapınağın hem Zeus'a hem de Kybele'ye adanmış olamayacağını ortaya koymuştur. Tapınağın güney kısmında, büyük bölümü Bizans döneminde tahrip edilmiş bir odeon bulunmaktadır.

Koca Çay'ın üzerine kurulmuş dört Roma köprüsünden ikisi, Karayolları'nın onarımıyla bugün hala kullanılmaktadır. Şehrin iki kilometre güneybatısında Karabulut nekropol alanı bulunmaktadır. Koca Çay'ın kuzey yakasında bulunan mezar yapıları, şehrin Roma dönemindeki nüfusuyla ilgili bilgi vermektedir. Buna göre, Aizanoi'un Roma dönemindeki nüfusunun 30 bin olduğu düşünülmektedir. 2000 yılındaki sayıma göre, Çavdarhisar'ın nüfusu ise 4600'dür.
Aizanoi'da MS 2. yüzyılın ikinci yarısında, bugün dünyanın en eski borsası olduğu söylenen, olasılıkla bir gıda pazarı (macellum) da vardı. Yuvarlak biçimli bu yapının duvarlarındaki yazıtlar, burada satılan malların fiyatlarını da içeriyordu. Buna göre, kuvvetli bir köle iki eşekle, bir at ise üç köleyle aynı değerdeydi. Bu yapının kuzeydoğusunda ise MS 400 yıllarına tarihlenen sütunlu bir cadde bulunmaktadır. Caddedeki sütunların daha önceki dönemlere ait antik yapılardan sökülerek buraya getirilmiştir. Bu caddenin 6. yüzyıla kadar varlığını koruduğu ve olasılıkla bir depremle yıkıldığı düşünülmektedir.
Tapınağın kuzeyinde tiyatro ile stadyum bulunur. Bunların yapımına MS ikinci yüzyılda başlandığı ve bunların çeşitli aralıklarla üçüncü yüzyıla kadar inşa edildiği bilinmektedir. Birbirine bitişik olarak yapılmış tiyatro ve stadyumun bugün için bilinen bir başka benzeri yoktur. Bugün, tapınaktan tiyatro ve stadyuma gitmek için kullanılan yolun üzerinde ise bir hamam yer almaktadır. Bu hamamın su ve ısıtma kanallarıyla [mermer] kaplamaları bulundukları yerdedir.

 Alinda

Alinda, eski Anadolu'nun Batısında bir şehirdir. İç Karia Bölgesinde bulunan Alinda, bugünkü Karpuzlu İlçesi, ilçe merkezi sınırları içersinde, doğuya bakan bir yamaçta kuruludur. Alinda Karia'lılar tarafından kurulmuştur. Tarih sahnesine çıkışı, Karia Prensesi Ada (İ.Ö. IV. yy.) ile olmakla birlikte, kent hakkında bilinenler İ.Ö. 14. yy.'a kadar gitmektedir.



Alinda Hitit İmparatoru II. Mursilis (İ.Ö. 1350 - 1320) döneminde Seha Irmağı Ülkesi'ne bağlı bir kentti. II. Mursilis döneminde Alinda kentinin adının İalanta olduğu bilinmektedir. Bu bilgiler II. Mursilis'in anellerinde ve yazıtlarında bulunmaktadır. Kentin yakın çağa bilgileri azdır. İ.Ö 340 yıllarında Halikarnassos'ta olan Karya yönetimi iç kargaşalar yaşamaya başlamış ve zaman içersinde bu kargaşa aile içi savaşa dönüşmüştür. Mausolos'un karısı Artemisia'nın ölümünden sonra Karya'nın başına geçen Ada'yı, kardeşi Piksodaros devirmiş ve onu Alinda'ya sürgün göndermiştir. Daha sonraki dönemlerde, Piksodaros ile yönetimi paylaşan Persli Satrap Orontobates de, Piksodaros'un ölümünden sonra yönetimi Ada'yla paylaşmamıştır. Prenses Ada'nın bu sürgün döneminde Anadolu'ya saldıran Büyük İskender, Alinda Kenti'ne saldırmış ama kuşatmasına rağmen almamıştır.

Kenti almaktan vazgeçtiği bir anda Ada, Kentin kapılarını açmış ve İskender'i kente davet etmiştir. Aralarında bir antlaşma yapılmış ve Karya'nın Fethi sonrasında Ülkenin yönetiminin Adaya verilmesine karar verilmiştir. Büyük İskender, Karya'yı tamamen fethettikten sonra ülkenin yönetimini Prenses Adaya vermiş ve seferine devam etmiştir. Bu dönemden hemen sonra Alinda Kentinin adı Prenses Ada tarafından Alexandria-by-Latmos (Latmos İskenderiyesi) olarak değiştirilmiştir. İ.Ö. 227-210 tarihleri arasında bölgede söz sahibi olduğu bilinen Hükümdar Olympikhos ile ilgili yazıtlar bulunmaktadır. Prenses Ada'nın Karya yönetiminde olduğu dönemde Alinda'da Adonis'e ithaf edilen kutsal bir tapınak bulunuyordu. Bu tapınakta, ünlü heykeltraş Praxiteles tarafından yapılmış bir Aphrodite heykeli bulunuyordu. Alinda'yı ilk ziyaret eden Avrupalı gezgin Richard Chandler olmuştur. 1765 yılının ilkbaharında harabelerde inceleme yapan Chndler, kente Latmos Herakleiası'ndan gelmiştir.
Daha sonraki dönemlerde İngiliz Charles Fellows tarafından da ziyaret edilen kentin yeri resmi olarak tespit edilmiş ve Avrupa'da duyulmaya başlanmıştır.
Alinda kentinin üç katlı agorası, Anadolu'nun ayakta kalabilmiş ender üç katlı agoralarından biridir. Anıtsal bir görünümde olan agora, kentin doğusunda, kentin kurulu olduğu 170m. kadar yükseklikteki oldukça dik yamacın başlangıcında yer almaktadır
Geniş bir alana yayılmış olan Alinda kentinin çevresindeki surların büyük bölümü yıkılmış olsada bazı kuleler görülmeye değer şekliyle hala ayaktadır. Bugün hiçbiri tahrip olmamış halk arasında Yedi gözler adıyla anılan su sarnıçları da devasa boyuttadır ve yedi adettir. Kentin ayakta kalmış diğer bir yapısı da tiyatrosudur. Küçük denilebilecek boyuttaki Alinda Tiyatrosu bugün zeytin ağaçlarının yetiştiği bir alan halindedir. İki tonuzlu geçidi ve dayama duvarları bozulmamıştır. Diğer yandan oturma yerlerinin bazıları ve sahne düzenin bir bölümü yıkıktır. Tiyatronun kuzey batısında iki tapınak kalıntsı bulunmaktadır. 

Allianoi

Allianoi İzmir (il)i, Bergama ilçesi sınırları içinde, Bergama-İvrindi karayolunun 18. km.'sinde, Bergama'nın kuzeydoğusunda, Yortanlı Barajı gölet alanının tam ortasında, Paşa Ilıcası Mevkii’nde yer alan bir antik kenttir.
1998 yılından bu yana da Paşa Ilıcası merkez olmak üzere baraj gölet alanı içinde kalan alanda kurtarma kazı çalışmaları devam etmektedir. Baraj Gövdesi ve çevre ile bağlantısını sağlayacak yol yapım çalışmaları devam etmektedir. Proje aynen uygulandığı takdirde, baraja su toplanmaya başlandığı gün Allianoi tamamen su altında kalacaktır. Yağış rejimi ve bitki örtüsü ile bağlantılı olarak yaklaşık 40-60 yıl arasında ömrü olduğu düşünülen barajın gölet alanında bu süre zarfında alüvyon birikecek. Ve Allianoi yaklaşık 12- 15 m.’lik alüvyon dolgu altında kalacaktır.
Antik yazarlardan P.Aelius Aristides’in Hieroi Logoi adlı eserinde (III.1 ) Allianoi anılmaktadır. Bu antik kaynak haricinde henüz, antik yazarlarda veya epigrafik buluntularda, Allianoi hakkında başka bilgiye ulaşılamamıştır. Allianoi, “Sağlık Tanrısı Asklepion’un yurdu” olarak bilinmektedir.
İlginç bir özelliği, antik çağ kaynaklarında sadece bir kez, M.S. 2. yüzyıl Batı Anadolu yazarı Aelius Aristides’in "Hieroi Logoi" (Kutsal Anlatılar) adlı eski çağ tıbbının en önemli kaynaklarından biri olan eserinde (III.1 ) anılmış olmasıdır. Bu kaynak haricinde antik yazarlarda veya epigrafik buluntularda henüz bahsine rastlanmamıştır.



Prehistorik Dönem:

Allianoi’un batısındaki orman arazisinde yapılan kazı çalışmaları sırasında, Erken Tunç ÇağıYortan kabı ele geçmiştir. Çakmak Tepe eteklerinde ise çok sayıda çakmak taşı eser saptanmıştır. Bunun haricinde dolgu toprak içerisinden iki adet taş balta ele geçmiştir. Tüm bunlara dayanılarak Allianoi ve yakın çevresinde prehistorik bir yerleşim olduğu düşünülmektedir. II’ye ait bir adet

Helenistik Dönem:

Bu dönemde sıcak su kaynağını değerlendiren küçük bir termal merkezi olduğu sanılmaktadır. Helenistik Çağ’a ait sadece birkaç arkeolojik ve nümizmatik eser ele geçmiş olmasına rağmen Allianoi merkez yerleşiminde Helenistik mimariye rastlanılmamıştır.



Roma Dönemi:

Allianoi’da, Roma İmparatorluk Dönemi’nde (M.S. 2. yüzyıl) kült merkezinde, Anadolu’nun pek çok merkezinde ve Pergamon’daki Asklepieionda olduğu gibi büyük bir bayındırlık faaliyeti yaşanmıştır. Kült merkezinde mevcut binaların büyük bir kısmı bu döneme aittir. Ilıcanın yanı sıra, köprüler, caddeler, sokaklar, insulalar, geçiş yapısı, propylon, ve nympheum bu dönemde planlanır.

Bizans Dönemi:

Allianoi’da yoğun yerleşimin görüldüğü dönemdir. Ancak Pergamon (Bergama)’da olduğu gibi sosyo-ekonomik açıdan son derece zayıf bir dönem yaşanmıştır. Kült merkezinde yaşamaya başlayan Bizanslılar, Roma Çağı’na ait heykeltıraşlık eserlerini ve mimarlık kalıntılarını tahrip edip, devşirme malzeme olarak kullanmaya başlamışlardır. Roma Çağı’na ait stoaların ve ana caddelerin tabanları kullanılmak suretiyle, yeni ve daha basit mekanlar inşa edilmiştir. Allianoi’un en önemli yapısı olan ılıcanın ve nympheumlar da ihtiyaçlara uygun küçük değişiklikler yapılarak kullanılmaya devam etmiştir. Bazilikal planda büyük bir kilise inşa edilmiştir. Yerleşmenin içinde ve yakın çevresinde de şapeller yapılmış, ayrıca bu dönemde metal, seramik ve cam atölyelerini kurulmuştur.
phluy bizans

Osmanlı Dönemi:

Osmanlı döneminde Paşa Ilıcası, Aydın Salnameleri’nde zikredilmektedir. Ancak yoğun bir şekilde kullanılmamıştır. Çünkü kazılar sırasında Osmanlı dönemine ait birkaç sikkenin dışında iz yoktur. 20. yüzyıl başlarında bölge kaymakamı Kemal Bey tarafından Ilıca ele alınmış ve büyük havuzun bulunduğu yerin kısmen yeniden kullanıma açılmasını sağlamıştır. Ilıcanın batısındaki Roma köprüsünün, Osmanlı döneminden 1979 yılına kadar Bergama-İvrindi arasında kullanıldığı anlaşılmaktadır.


Günümüz:

20. yüzyılın başında kısmen temizlenmiş ancak sonra yeniden gelen sel nedeniyle, ılıcanın bulunduğu kısmın 1950’li yıllara kadar atıl durumda kaldığı anlaşılmaktadır. 1992 yılında, Bölge Karayolları Müdürlüğü tarafından halen mevcut Roma Köprüsü, kurul kararı olmaksızın yapılan bir ihale ile kısmen deforme edilerek yeni bir köprü inşa edilmiştir. Aynı yıl ılıcanın restorasyonu İzmir Valiliği tarafından İzmir İl Özel İdaresi aracılığı ile ihaleye verilmiştir. Bir yıl süren restorasyon işlemleri sırasında yine kurul kararı olmaksızın ılıcanın içi deforme edilerek üzerine modern bir bina yapılmıştır. Bu tarihten itibaren işletmeye verilmiştir, Şubat 1998’de yaşanan ağır bir sel taşkını ile tesis yeniden kullanılamaz duruma getirmiştir. Çayın güneyinde ise özel şahıslara ait olan arazide tarım yapılmıştır. Bu onarımlarda ilave edilen modern binaların büyük bir bölümü 2003 yılı çalışmaları sırasında kaldırılmış ve antik ılıca mekanları ortaya çıkarılmaya başlanmıştır.
Yortanlı Barajı gövdesinin çalışmaları bitmiş, çevre ile bağlantısını sağlayacak yol yapım çalışmaları devam etmektedir. Proje aynen uygulandığı takdirde, baraja su toplanmaya başlandığı gün Allianoi tamamen su altında kalacaktır. Yağış rejimi ve bitki örtüsü ile bağlantılı olarak yaklaşık 40-60 yıl arasında ömrü olduğu düşünülen barajın gölet alanında bu süre zarfında alüvyon birikecek. Ve Allianoi yaklaşık 12- 15 m.’lik alüvyon dolgu altında kalacaktır.
Bu arada Allianoi sitinde Trakya Üniversitesi Yrd.Doç.Dr. Ahmet Yaraş'ın yönetiminde 1998-1999'da Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nün, 2000-2004 döneminde ise Philip Morris'in katkıları ve ayrıca Yortanlı Kurtarma Derneği bünyesinde örgütlenmiş gönüllülerin özverileriyle kurtarma kazıları gerçekleştirilmiştir. 1998-1999 kazı çalışmaları sonucunda, kazılan alanın Allianoi olduğu öğrenildikten sonra, Bergama Müze Müdürlüğü'nün başvurusu üzerinde, İzmir I Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu 29.03.2001 gün ve 9229 sayılı kararla, Allianoi'yi I. Derecede Arkeolojik Sit Alanı ilan edilince gerçek anlamda kurtarma kazısına dönüşmüştür. Bu arada özellikle Philip Morris'in katkılarıyla sitin kamuoyuna tanıtılmasında önemli çabalar gösterilmiştir.
2000 yılı kazı çalışmaları sırasında sade bir şekilde restore edilen bir sektörün tarla toprak seviyesini aşan ve Bergama-İvrindi yolundan geçerken de görülebilen bir mimari öğe haline dönüştürülmesi sağlandı. 2003 yılı kazı sezonunda biri Güney Ilıca ile dere sınırını belirleyen Roma duvarının mevcut kısmının sağlamlaştırılarak, yükseltilmesiyle (dolgu çöküntüsünü önlemek amacıyla), diğeri Kuzey Ilıca batısındaki mekanları sel taşkınlarından korumak amacı ile iki sağlam koruma duvar projesi gerçekleştirildi. Bu duvarlar sayesinde sit İlya Çayı’nın taşkınlarından kısmen korunmuş oldu. İşin ilginci, bu projeyi 100 yıl önce Kaymakam Kemal’in de düşünmüş olması, Alman Kazı heyetinde görevli Mimar W. Dörpfeld’den yardım istemesiydi. Ancak Ilıca turizme kazandırılamamıştı. Günümüz kazılarında Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün kazılarından biri olan Pergamon Kazısı’ndan bazen araç gereç yardımı da alındı. ahşap bir seyir platformu oluşturuldu. Düzenleme ve yol parkuru mümkün olduğunca en görsel alanlardan geçirildi. Yeşillendirme çalışmaları yapıldı. Bergama Müzesi'ne en ünlüleri sitin simgesi haline gelmiş Nymphe heykeli olan toplam 10000 eser reslim edildi. Allianoi merkez yerleşimi haricinde 1998 yılından beri süren kazılarda tüm gölet alanı içerisinde araştırmalara devam edilmektedir. Bu araştırmalar sırasında 2 km. kuzeydoğuda Helenistik Döneme tarihlenen bir çiftlik yerleşiminin ve Pergamon su hattına ait olan kemerin devamı keşfedilmiştir. Yine gölet alanı içerisinde kalacak, 311 numaralı parselde yapılan çalışmalarda bir Bizans nekropolü ve nekropol şapeli ele geçmiştir.
Yortanlı Barajı ile Allianoi arasındaki açmazı çözmek için başbakanlık tarafından bir komisyon oluşturulması istendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün çağrısıyla toplanan akademik komisyon, 05-06.07.2005 tarihinde Allianoi’a gelerek inceleme ve istişarelerde bulundu. 18.07.2005 tarihinde raporunu tamamlayarak bakanlığa sundu. Komisyonun sonuç kısmında, "Heyetimiz yerinde ve Kurul işlem dosyasında yaptığı inceleme ve değerlendirmelerin sonucunda, Allianoi olarak adlandırılan tescilli arkeolojik sit alanının, kültür tarihimize katkıları nedeniyle korunmasının tartışmasız olduğu; ancak bu amaçla sunulmuş olan koruma önerilerinin alanın korunması konusuna gerçekçi bir çözüm getirmediği görüşündedir. On binlerce yıllık bir süreçten geçerek bize ulaşan bir kültür varlığını yok etme hakkına sahip olmadığımız gibi, bunları gelecek nesillere aktarma yükümlülüğümüzün olduğu da kesinlikle unutulmamalıdır. Bu nedenle anlık çözümler aramak yerine, alanın bütüncül ve kalıcı olarak korunması ve sergilenmesi için daha fazla zaman kaybetmeden harekete geçilmesi, bu konuda ulusal ve uluslar arası sorumluluğumuzun bir gereğidir." denilmektedir.
Allianoi, kültür, sağlık ve kongre turizmine kazandırılabilecek kadar görsel zenginliğe sahiptir. Allianoi’un henüz yeteri kadar tanıtımı yapılmadığı halde, Bergama’ya gelen turistlerin büyük ilgisini çekmektedir. Gerekli yasal düzenlemelerden sonra kazı ekibi tarafından kısmen başlatılan basit çevre peyzajı tamamlandığında, ülkemiz ve Bergama yeni bir ören yeri kazanacaktır.
Uzun vadede, Bergama’ya gelen turistin 1/10’i Allianoi’a getirtilmiş olsa -ki normal bir turizm mevsiminde yaklaşık 600.000 turist Bergama’yı ziyaret etmektedir- Bergama’da konaklayan turist sayısında dolayısıyla ilçenin turizm gelirlerinde ciddi bir artış olacaktır. Böylelikle 45 °C olan sıcak suyu ile korunmuş ören yeri ve Adatepe’de kongre turizmine dönük bir tesisle ilçe ve ülkemiz için eşsiz bir merkez kazandırılmış olacaktır.
Avrupa’da Badenweiler ve Baden Baden gibi birçok örneği bulunan ılıca merkezlerinde, sadece bir iki metresi korunmuş birkaç duvar olması yeterli görülürken Allianoi’da tamamı üst yapısına kadar korunmuş 9000m2’i aşan bir alana yayılan bir ılıca mevcuttur. Türkiye’de de bu bölgeye yakın, İzmir Balçova Ilıcası ve Balıkesir’deki ılıcalar gibi çok daha basit yapıdaki tesislerin doluluk oranı, yıl boyunca sürmektedir. Ve bunlar ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır.
Önerilen alternatif projede set yapıldığı takdirde doğu ve batı da ana kayaya kadar inilerek geçirimsiz tabakaya beton enjekte edilecek. Perde duvarları ile kuşaklama yöntemiyle Allianoi’un su altında kalması önlenecektir. Ilıcanın kuzeyinden bir tünel aracılığı ile baraj gölet alanına su verilmesi sağlanabilecektir. Eğer bu proje uygulanabilirse, ılıcanın kuzeyindeki tepeye kongre amaçlı bir turistik tesis yapılmak suretiyle, kültür, sağlık ve kongre amaçlı tesis ile olağanüstü bir kompleks elde edilebilir.

Amorium

Amorium, Afyonkarahisar ilinin sınırları içinde, Emirdağ ilçe merkezine 13 km. uzaklıkta bir antik kenttir.

Yeri, önemi ve yürütülen kazılar
Eski Yunanca ve Ortaçağ Yunancasında 'Amorion' şeklinde anılagelmiştir. Arap/İslam kaynaklarında "Ammuriye" ya da "Amuriye" şeklinde geçer. Amorium höyüğünün yamacında bugün Hisarköy bulunmaktadır. Arkeolojik alanda bilimsel kazı çalışmaları 1988 yılında Oxford Üniversitesi’nden Prof. R. Martin Harrison tarafından başlatılmıştır. 1993 yılından bu yana New York Metropolitan Sanat Müzesi'nden The Metropolitan Museum of Art Dr. Chris Lightfoot başkanlığında uluslararası bir ekip tarafından yürütülmektedir.
Her ne kadar cazip bir düşünce olsa da, kentin ismi, muhtemelen, 'amor' (aşk) kelime kökünden kaynaklanmamakta, daha ziyade ilkçağ Hint-Avrupa kavimlerinin dilinde 'anne' anlamına gelen (ve varlığını bugüne kadar sürdürmüş) 'ma' kelime kökü ile bağlantılandırılmaktadır. Bu da bizi, kentin daha başlangıcından itibaren, Anadolu Ana Tanrıça kültü ile ilişkili olduğuna sonucuna götürmektedir.
Kahramanları hayvanlar olan masallarıyla büyük ün kazanmış olan Ezop'un Amorium kentinde yaşadığını da gözardı etmemek gerekir.Her ne kadar Ezop'un doğum yeri tartışmalı olsa da en yüksek olasılıkla Ezop Amoriumlu'dur.Bildiğimiz gibi kendisi İÖ VI yüzyılda yaşamıştır.



Antik Çağ'da Amorium
Amorium kentinin M.Ö. 1'inci yüzyıldan itibaren (M.Ö. 133 ila 27 arasında bir tarihten M.S. 217'ye kadar) kendi sikkelerini döktürmüş olması, o dönemde olgun ve büyük bir kent haline gelmiş bulunduğunun kanıtıdır. Kentin refah ve prestij düzeyi Romalılar döneminde de artmaya devam etmiş ve standart Roma kamu yapıları ile donatılmış olmalıdır. Ancak Helenistik ve Roma dönemlerinden günümüze pek az bulgu kalmıştır. Kente ilişkin tarihi kayıtlar da Strabon Coğrafyası nda çok kısa bir atıftan ibarettir. Son dönem kazılarında bölgedeki diğer arkeolojik alanlarda keşfedilen yazıtlar antik çağ Amorium'una ilişkin kayıtların sayısını artırmıştır ve yeni keşiflere de muhtemelen ulaşılacaktır.

Bizans İmparatorluğu ve İslam Döneminde Amorium

İslam tarihi bakımından kentin önem arz etmesinin temel nedeni, sahabe Selman-ı Farisi'nin Amorium'da şu an bulunan kilisede çalışması ve emrinde çalıştığı, talebesi olduğu rahip tarafından İslam dininin hak din olduğunun söylenmesi üzerine Müslüman olmak için Medine'ye gitmesi vakıasıdır. Yani şehir Hristiyanlık kadar olmasada İslamiyet açısındanda önemli bir kenttir. Kent Anadolu coğrafyasında merkezi bir önemi Bizans İmparatorluğuBizans kalıntıları üzerinde yoğunlaşmıştır. Kazı bulgularının Antik Çağ ve sonrasında Bizans'ın güçlü ilk dönemleri ile Anadolu Selçuklu Devleti arasında kalan yüzyıllarda (kabaca 750-1100 yılları arası) Anadolu içlerinin kentsel, idari ve kültürel gelişimine ilişkin bilgilerimizde mevcut boşluğu doldurmakta büyük katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Şimdiden, Amorium Üst Kenti'nin evvelce zannedildiği gibi 11. yüzyıl sonunda terkedilmediği, Selçuklularca ve ayrıca Osmanlı'nın son dönemlerinde de kale olarak kullanıldığı, Hisarcık (sonradan Hisarköy) köyünün isminin buradan geldiği anlaşılmıştır. Dolayısıyla Amorium'da beş ayrı medeniyetin (antik Helen, antik Roma, Bizans, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı) izleri bir aradadır. Amorium Alt Kenti'nin de ikinci bir tahkimat duvarıyla çevrelenmiş olduğu görülmekte, bu surları korumak için gerekecek askeri güce ilişkin hesaplamalar kentin Bizans İmparatorluğu açısından taşıdığı önemi doğrulamaktadır. Ancak, sitin koruma altına alınmasından önceki yıllarda define avcılarınca yoğun surette kazılmış ve yağmalanmış olması maalesef önemli ölçüde tahribata sebebiyet vermiştir. döneminde kazanmıştır. Dönemin Arap kaynakları Amorium'un Anadolu'nun en büyük kenti olduğundan bahsetmektedirler. Kazılar da


Bizans döneminde İstanbul yolu üzerindeki en önemli İç Anadolu kalesi kimliğinden ve Marmara bölgesinden önceki son büyük savunma mevzii oluşundan ötürü tahribat Amorium'un kaderi olmuştur. Arapların Anadolu'ya ilk akınlarının kaydedildiği 641 yılından sonra birkaç yıl geçmeden Amorium bir Arap saldırısına maruz kalmıştır. Amorium'a ardarda Arap saldırıları yaklaşık iki yüz yıl boyunca sürmüş, 668'de kalenin Araplarca fethine rağmen kısa süre sonra Bizanslılarca geri alınmış, 716 ve 796'daki büyük saldırılar ise püskürtülmüştür.

9. yüzyıla girildiğinde Amorium bir yandan Bizans'a bir imparatorlar hanedanı verirken (Amorian veya Frigyalı hanedan, bu hanedan 820-867 yılları arasında 3 imparatordan ibaret kalmış ve Bizans tarihi açısından başarılı icraatlar yapamamıştır. hanedana mensup 3 imparator 'Kekeme' 2'nci Mihail, oğlu Teofilos ve torunu 'Sarhoş' 3'üncü Mihail'dir), bir yandan da 838'de Halife El Mu'tasim'in Arap ordularınca tarihinin en büyük yıkımına uğratılmış ve bir daha eski canlılığını ve önemini geri kazanamamıştır (Abbasi Halifelerinin ordularında giderek artan sayıda Türk unsur bulunduğu bilindiğinden, bölgeye, ve dolayısıyla Anadolu'ya, ilk Türk varlığı Arap orduları bünyesinde gelmiş olmalıdır. Bizans ordularında da azımsanamayacak miktarda Türk unsurları bulunmaktaydı).

838 savaşının Amorium'a verdiği zarar dışında Ortodoks Hristiyan tarihi açısından önemi kentten esir olarak alınmış ilerigelen 42 Bizanslının Irak'ın Samarra kentinde 845 tarihinde idam edilmiş olmalarıdır. O çağlarda esirlerin fidye pazarlığına tabi tutularak geri verilmeleri, sanıldığının aksine, idam edilmelerinden daha yaygın bir uygulamaydı. Fidye müzakereleri tamamlanmış bu 42 Bizanslının Halife tarafından idam edilmesi dini gerekçelere bağlanmış ve 'Amorium'un 42 şehidi' Rum Ortodoks Hristiyan literatürüne geçmiştir. Aziz mertebesine yükseltilen bu Bizanslılar hala dini törenlerde anılmaktadır.

Bölgenin Türkleşmesi

Amorium Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu'ya akınlar düzenleyen Türkmen beylerinden Ahmet Şah ve Emir Afşin tarafından 1068 yılında bir süre zaptedilmiştir. Araya Orta Anadolu'dan da geçen Haçlı Seferleri girmiş, bölgeye geniş çaplı Türkmen yerleşimi ve bölge nüfusunun Türkleşmesi ise Anadolu Selçuklu devleti ile Bizans arasında 1116 yılında yapılan Bolybotum (Bolvadin) savaşından sonra cereyan etmiştir. Hisarcık 1516 tarihli Osmanlı kayıtlarında anılmaktadır. Bügünkü Hisarköy 1892 yılında kurulmuştur. Amorium'u ziyaret eden ilk Batılı gezgin William Hamilton'dur ve bölgeye 1836 yılında gelmiştir. 1988 yılından günümüze kadar da Amorium'da düzenli kazılar yürütülmektedir.

 Amos

Amos, Marmaris’in güneyindeki Hisarburnu tepesindedir.
Bilge Umar, Amos’un Hellen dilinde bazı anlamları olduğunu belirtir. Ona göre Amos’un bir kent ismi olarak seçilmesi olanaksız olup M.Ö. 2000’de Luwi veya Karia dillerinden gelen bir sözcüktür. Ana Tanrıça tapınağından türetildiği sanılır.
Antik Amos harabelerine Kumlubük (bkn. Turunç) koyunun kuzeybatısından, dik sahilin güneyindeki Asarcık denilen tepeden ulaşmak mümkündür. Amos, bir tepe üstünde yer alan tiyatro, tapınak ve bazı heykel kaidelerden oluşur.
Antik tarihçilerin değinmediği bu kentin ne zaman kurulduğu kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber Hisarburnu’nu oluşturan tepelerde kentin kalıntıları ile karşılaşılmıştır. Kuzeydoğu’da, oturma kademeleri günümüze kadar ulaşan tiyatronun kalıntıları görülmektedir. Ayrıca Cavea’nın 6 m.ye yükselen duvarları da ayaktadır. Kenti kuşatan surlar 2 m. genişliğinde olup yükseklikleri bazı yerlerde 3-4 m.ye ulaşmaktadır. Surlar yer yer burçlarla takviye edilmiş olup kuzeyde ana giriş kapısı oldukça iyi durumda günümüze ulaşmıştır. Kuzeybatıdaki surların dışında,yamaçlardan aşağıya doğru nekropol alanı dikkati çekmektedir. Buradaki mezarlar Karia tipinde olup çoğu da gömü çukurları konumundadır.
Amos'un çevresi aynı dönemden kalma bir surla çevrilidir. Rodos karşı yakasındaki üç tiyatrodan ikincisi olan Amos tiyatrosu bugün oldukça iyi durumdadır. Oturma yerleri, yan duvar ve sahne evinin üç odasını ayırt etmek mümkündür. Prof. E. Bean bölgede yaptığı kazılarda (1948) İ.Ö 200 civarına ait üç ayrı kira sözleşmesinin koşullarını ele alan dört yazıt parçasını ortaya çıkardı.

 Neapolis

Antalya'nın Doyran yerleşimi arkasında yükselen Kel Dağ'dadır. Nevzat Çevik ve ekibi tarafından yapılan araştırmalar sonucu arkeoloji dünyasına tanıtılmıştır.
Termessos antik kenti territorium'unda ona bağlı askeri bir yerleşim olarak kurulmuştur. Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerinden kalıntılar barındırmaktadır. En önemli eserler arasında bir Bizans bazilikası, 3 Roma tapınağı, Roma kamu meydanı anıtları, Roma nekropol'ü ve özellikle sağlam korunmuş konutlar sayılabilir. Akdeniz Üniversitesi arkeoloji bölümü araştırma ekibi tarafından toplu kitabı yayına hazırlanmaktadır.

 Antik Nora Viranşehir

Aksaray'ın 30km. güneyinde Hasandağı'nın eteğinde kurulan Nora Kasabası, Helenistik devirden itibaren iskan görmüş, stratejik mevkide önemli bir askeri merkezdir. Roma, Bizansdevirlerinde de önemini koruyan kasabada bugün bir çok kilise bulunmaktadır.
Ayakta kalanyapılar Bizans devrine aittir. Bu kiliseler kısmen tahrip olmuşsa da çeşitlifreskler halen göze çarpmaktadır. Viran şehir kalıntıları Aksaray’ın güneyinde bulunan Hasandağının eteklerinde birplatonun üzerindedir. Yerleşme vadi tabanında büyük ölçüde dolgu toprağı altındakalmış, yamaçlarda ise daha iyi korunmuştur. Evlerin bir kısmı işlenmemiş kayaparçalarıyla kabaca inşa edilmiştir ve düz çatı ile örtülü tek bir mekandan oluşmaktadır. Bir kısım ev ise moloz taş ile inşa edilmiş olup, tonoz örtülüdür.Her iki tip evde Aksaray’ın kırsal alanında bu güne dek aynı şekildeuygulanmıştır. Viranşehir planlı yol ağı olmayan savunma amacıyla kurulmuş biryerleşmedir. Temsili yapı olarak yalnız kiliseler vardır. Sütunlu caddeler ve suiletim sistemi ise bulunmamaktadır. Kuzeybatı’daki akrapol ile küçük bir kalenin dışında herhangi bir tahkimat mevcut değildir. Viranşehir bir Roma dönemi nekropolü içinde gelişmiştir ve bu mezar tümülüslerinin inşaatı, önceleri yenikurulan kentin sınır bölgelerinde de sürmüştür. Kiliselerin çoğu haç planlıdır.Bazilika bulunmamaktadır. Tümü erken Bizans dönemindendir. Tarihlenebilen en geçyapı yaklaşık olarak M.S 7.yy aittir. Buna karşılık çevredeki bazı manastırlarorta Bizans döneminden kalmadır.

Antiocheia Ad Cragum

Antiocheia ad Cragum, Antalya ili Alanya ilçesi yakınlarında antik kent. Alanya'nın 60 kilometre doğusundadır. Antik çağda Dağlık Kilikya olarak bilinen bölgede ve Akdeniz kıyısındadır. Kent adını, M.S. 1. yüzyılda yaşamış Kommagene Kralı IV. Antiochus'dan almaktadır.
Kentin kalıntıları üç yükselti üzerinde bulunur. Birinci bölümde sütunlu cadde, agora, hamam, zafer takı ve kilise kalıntıları görülebilir. İkinci bölüm, Kilikya bölgesine özgü mezar yapılarının bulunduğu nekropol alanıdır. Üçüncü bölüm ise denize uzanan sarp kayalar üzerindeki Orta Çağ kale kalıntılarından oluşur. Kentin kuzeyinde mimari elemanları görülebilen bir tapınak kalıntısı vardır. Kent merkezinde Triconchos adı verilen üç duvarı apsis şeklinde ve dini işlevi olduğu sanılan bir yapı yer alır.
Ören yerine giriş ücretsizdir. Antik kent kalıntıları yaklaşık iki saatte gezilebilir.
Antiocheia Ad Cragum kentinin kalıntıları denize doğru uzanan üç tepe üzerinde toplanmıştır. Roma ve Bizans dönemine ait kalesi, sütunlu caddesi agorası, hamamı, kilisesi ve nekropol alanı bulunmaktadır. Kentin nekropolünde yer alan bölgeye özgü beşik tonozlu ve ön avlulu anıtsal mezarlar oldukça iyi korunmuştur.

Antiphellos

Antiphellos, Antalya’nın Kaş ilçesinin olduğu yerde idi. Likçe yazıtlarda ve Pilinius’da “Habesos” diye adlandırılan bu kentin ismi Hellen dilinde “Taşlık Ülke” anlamındadır. XX.yy.ın başlarında da buraya “Andifli” denilmiştir.
Antiphellos’un M.Ö.VI.yy.da var olduğunu biliyoruz, fakat bu devre ait bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. IV.ncü yy.a ait mezar anıtlarından da kentin gelişmeye başladığını görürüz. Hellenistik dönemde Antiphellos’un kuzeyindeki, bir liman ve savunma yeri olan Phellos’un önemini yitirmesi üzerine kent gelişir ve büyük bir önem kazanır. Bu durum Roma çağında da devam eder, sedir ağacı ticareti ve sünger ihracından ötürü zenginleşir.
M.Ö. II. yy. da Likya Birliğine katılan kentler arasındadır ve bu birliğin bastığı sikkelerin arasında Antiphellos’un da ismi vardır. Bizans devrinde ise diğer Likya kentleriyle birlikte Myra Metropolitliği'ne bağlı bir piskoposluk merkezi idi. Bugünkü Kaş ise bu antik şehrin üzerine kurulmuştur.
Günümüze Akropoldeki düzgün sur kalıntıları iyi bir durumda gelmiştir. Yalnızca kuzey ve batı surlarından hiçbir iz görülememektedir. Surlarda, Helenistik dönemde uygulanan rektagonal tekniği, yani taşların dış yüzlerinin hafif şişkin olarak işlendiği görülür. Ayrıca sur kapısı ile iç kalıntıları da ayakta olup onlara dayanılarak kentin tamamen surlarla çevrili olduğu anlaşılmaktadır. Kentin batısında, Çukurbağ yarımadasına giden yolun üzerinde tiyatro yer almaktadır. Helenistik dönemde yapılan ve güzel bir taş işçiliği gösteren tiyatronun 26 oturma sıralı olduğu ve rahatça 4000 kişiye hizmet verdiği sanılmaktadır. Cavea sağlam durumdadır M.S.III.yy.da bazı ilâveler yapılmıştır.
Tiyatronun üstünde M.Ö. IV.yy.a ait doğal kayadan oyularak yapılmış ev tipi bir mezar anıtı vardır ki bu “Dansözler Mezarı “diye adlandırılır. Kare biçimindeki bu mezar 4.5 m2’dir. Mezarın içinde ,kapının karşısına gelen duvarda el-ele tutuşarak dans eden küçük figürler ile sedirin üzerinde yine dans eden 21 adet figür işlenmiştir. Cephenin köşeleri ve kapı sağır payelerle hareketlendirilmiştir.
Kaş’ın bugün adeta bir simgesi durumundaki mezar anıtı Uzun Çarşı caddesinde, Postahane sokağındadır.
Günümüze iyi bir konumda gelen ve tek bir bloktan yapılmış olan bu lahdin 1,5 m. uzunluğundaki alt kısmında boncuk motifleri ve sekiz satırlık Likçe bir kitabe vardır. M.Ö. IV.yy.a tarihlenen bu mezarın kitabesi okunamadığından kime ait olduğu anlaşılamamıştır . Bu kaidenin üzerine dikdörtgen prizma şeklindeki anıtın sandukası oturtulmuştur. Kapağın kuzey-batı alınlığında sopasına dayanmış,sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, üzgün görünümlü bir erkek ile bir kadın figürü işlenmiştir. Güney-doğu alınlığında ise ayakta duran ve uzun bir manto giymiş bir kadın figürü görülmektedir. Ayrıca lahit kapağının her iki yanına da aslan kabartmaları işlenmiştir. Kapağın batı tarafı pencere şeklindedir.
Antiphellos’taki mezarların çoğu kentin kuzeyindeki yamaçta, evlerin hemen arkasındadır. Bunlar ev tipi mezarlardır. 1842 de Kaş’a gelen Spratt isimli bir İngiliz subayı burada yüzün üzerinde mezar olduğundan bahsederse de bugün bunların çoğu inşaatlarda kullanıldığı için yoktur. 

Apollonia

Apollonia Kaş-Finike yolu üzerinde, Teke Yarımadası ile Sıcak yarımadası arasındaki Kılınçı Köyü yakınındadır. Bu kentin yeri konusunda bazı araştırmacılar farklı iddialarda bulunmuşlarsa da Augustus ve Tiberius devirlerindeki adak stellerinin yardımıyla yeri saptanabilmiştir.
Apollonia, Hellen dilinde “Apollon’un Yurdu” anlamındadır. Çok yaygın olan bu isimle Anadolu’da Psidia, Mysia, Karia ve Kefken de kentler bulunmaktadır. Lykia’daki Apolonia’nın yakınında Simena, Aperlai ve Isında antik kentleri bulunmaktadır. Apollonia bu kentlerle birlikte Tetrapolis isimli Dört kent Birliğine katılmıştır. Bunun dışında kentle ilgili yeterli tarihi bilgimiz çok azdır.
Apollonia “L” harfine benzetilen bir kayalık üzerine kurulmuştur. Ne zaman ve kimin tarafından kurulduğu da bilinmemektedir.
Günümüze ulaşan kentin kalıntıları akropoldedir. Akropolü kuşatan surlar kuzeyde ve batıda oldukça iyi durumdadır. Surların taşlarının bazıları rektogonal olup, dış yüzleri tümüyle düzeltilmeyerek kabaca bırakılmıştır. Surların içerisindeki kale Bizans dönemine aittir. Ayrıca yine bu döneme ait bir de kilise kalıntısı vardır. Kilisenin kuzey-batısındaki yamaçta küçük bir tiyatrodan arta kalan izler dikkati çekmektedir. Tiyatronun kuzey-doğusunda büyük olasılıkla Rum döneminde yapılmış bir hamam kalıntısı vardır.
Apollonia’dan günümüze gelen en belirgin örnekler nekropol alanı ile kentin çevresindeki mezar anıtlarıdır. Anıtsal mezarlar tiyatronun doğusu ile İç Kale’nin kuzey-doğusundadır. Burada benzerlerine Likya’da pek az rastlanan altı tane sütunlu veya direkli mezarlarla karşılaşılmıştır. Aynı şekilde Ksanthos’da da direkli mezarlar varsa da onlar lahitlerin üzerine işlenmiştir. Buradaki sütunlar ise kayalara oyulmuştur. Nitekim diğerlerinden çok daha görkemli bir mezarın bir Hereeon (kahramana ait mezar) olduğu düşünülebilir. Akropolün eteklerinde ise ovaya doğru Roma mezarları ile karşılaşılmıştır.

Arinna

Hititlerde bir kent.
Hitit güneş tanrıçasının en önemli kült merkezi Arinna kentiydi. Söz konusu güneş tanrıçasının adı tam olarak bilinmediği için, genellikle "Arinna'nın güneş tanrıçası" olarak anılırdı.
Arinna'nın tam olarak nerede olduğuna dair çeşitli varsayımlar vardır ancak Arinna'nın bugünkü Alacahöyük olduğu düşünülmektedir.
III. Hattusili, Urhi - Teşup'u tahttan indirip kendisini kral ilan ettikten sonra, eşi tavananna Puduhepa ile koruyucu tanrıçalarına şükranlarını ifade eden dualar yazdırmışlardır: "Ey, Arinna'nın Güneş Tanrıçası, Hanımım, bütün ülkelerin kraliçesi, Yer ve Gök Tanrıçası."
Hititlerin tanrılar aleminde; kadın elemanı simgeleyen tanrıçalarına özel bir yer verildiği, Arinna'nın Güneş Tanrıçasının ise devletin ve orduların koruyucusu olduğu, aynı zamanda Ana Tanrıça özelliğini de taşıdığı izlenmektedir.

Arykanda

Antalya il sınırları Finike  ilçesi yakınlarındaki antik kent.
İlk yerleşme zamanına ait arkeolojik ve yazılı kaynaklara dayanan bilgi bulunamayan Arykanda'nın filolojik yönden yerli bir isim oluşu ile eski bir yerleşme yeri olduğu bilinmektedir. 'Anda' ekinden yola çıkarak, bu kentin İ.Ö.2.000 yılından itibaren var olduğu söylenebilir. Zamanın yerlileri Arykanda'ya 'Arykawanda' olarak adlandırdıkları bilinmektedir. Arykanda antik kentin kazılarında Prof.Dr. Cevdet Bayburtluoğlu'nun çok emeği geçmiştir. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cevdet Bayburtluğlu ile özdeşen kent, onun arkeolojik çalışmaları sayesinde, bugün tarihi Likya (Işık diyarı) bölgesinin en güzel kentlerinin ziyaret etmemizi sağlar.
Arykanda'nın en üst teraslarından birinde tek taraflı oturma yerine sahip, koşu pisti belirli bir kısımdan sonra trapez şeklini alan bir stadion bulunmaktadır. Ortasına yakın yerdeki merdivenle aşağıdaki teraslara bağlanan stadionun bir altındaki terasta ufak, fakat çok iyi korunmuş tiyatro yer almaktadır. Tiyatronun alt terasında odeon ve buna ulaşan merdivenli yol vardır. Odeonun önündeki portiko, köşeli bir U harfi yaparak agorayı çevreler. Arykanda'da resmi ve özel yapıların kapladığı alanın birkaç katını nekropol kaplar.
Nekropoldeki tonoz örtülü mezar odalarının dışında lahitlere de rastlanır. Birbirlerine teras görevi gören mezar binalarının en alt terasında ikinci katına kadar ayakta kalmış büyük bir hamam yer almaktadır.
Şehrin en ilginç kalıntılarından bir diğeri de Aykırıçay kaynağının bulunduğu yerde, kayalığın yüzündeki su yollarıdır

Aspendos



Köprüçay (Eurymedon) nehrinin yanında kurulmuş olan Aspendos, muhteşem Antik anfi-tiyatrosuyla dünyaca tanınmaktadır.
Yunan efsanesine göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya gelen kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulmuştur. Aspendos bölgede kendi adına madeni para bastıran ilk şehirlerden biridir. Tarihi M.Ö. beşinci ve dördüncü yüzyıla uzanan bu gümüş sikkelerde şehrin adı yerel yazı ile Estwediiys olarak geçer. 1947’de yapılan Adana yakınındaki Karatepe kazılarında bulunan M.S. sekizinci yüzyılın sonlarına ait hem Hitit hiyeroglifi hem de Finike alfabesi ile kazılmış olan iki dildeki yazıt, Danunum (Adana) Kralı Asitawada’nın kendi isminden türetilmiş Azitawadda adında bir şehir kurduğunu ve kendisinin Muksas ya da Mopsus hanedanı üyesi olduğunu belirtir. “Estwediiys” ve “azitawaddi” isimleri arasındaki bu şaşırtıcı benzerlik Aspendos şehrinin Asitawada’nın kurduğu şehir olabileceğine işaret eder.
Aspendos eski çağlarda politik bir güç olarak önemli rol oynamamıştır. Aspendos’un kolonileşme dönemindeki siyasi tarihi Pamphylia bölgesindeki akımlarla uyum sağlar. Bu eğilim ile Aspendos, kolonileşme döneminden sonra bir süre Likya egemenliği altında kalmıştır. Şehir, M.Ö. 546’da Pers hakimiyeti altına girmiştir. Aspendos’un bu dönemde de kendi adında parasını basmaya devam etmiş olması, şehrin Pers egemenliği altında bile oldukça özgür olduğunu gösterir.
M.Ö. 467’de devlet adamı ve askeri komutan Cimon ve onun 200 gemiden oluşan filosu, ani bir saldırıyla Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin ağzında konuşlanan Pers donanmasını yok etmiştir. Cimon, Pers kara kuvvetlerini ezmek için, en iyi savaşçılarını daha önce ele geçirdiği tutsakların giysilerini giydirip kıyıya göndererek Persleri kandırdı. Persler bu adamları gördüklerinde onların düşman tarafından serbest bırakılan yurttaşlar olduğunu düşündüler ve kutlama şenlikleri düzenlediler. Bundan yararlanan Cimon, karaya çıkartma yaptı ve Persleri yok etti. Bundan sonra Aspendos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin üyesi oldu.
M.Ö. 411’de Persler şehri tekrar ele geçirdiler ve üs olarak kullandılar. Şehrin Peleponnes Savaşlarında kaybettiği prestijin bir kısmını yeniden kazanma çabası içindeki Atina komutanı, M.Ö. 389’da şehrin teslim olmasını garanti altına alabilmek için Aspendos kıyısına demir attı. Yeni bir savaş istemeyen Aspendos halkı aralarında para topladılar ve topladıkları parayı Atina komutanına vererek herhangi bir zarara meydan vermeden geri çekilmesi için yalvardılar. Komutan parayı aldığı halde, adamları bütün tarlalardaki ekinleri çiğneyerek Aspendosluları zarara uğrattı. Öfkelenen Aspendoslular komutanı çadırında bıçaklayarak öldürdüler.
Büyük İskender Perge’yi ele geçirdikten sonra M.Ö. 333’te Aspendos’a girdiğinde, daha önce Pers kralına haraç olarak çok sayıda at veren ve vergi ödeyen halk, İskender’in de bunları istememesini rica etmek için kendisine elçi gönderdi. Anlaşmaya varıldıktan sonra İskender teslim olan şehirde bir garnizon bırakarak Side’ye gitti. Sillyon üzerinden geri dönerken Aspendosluların kendi elçilerinin teklif ettiği anlaşmayı onaylamadıklarını ve kendilerini müdafaaya hazırlandıklarını öğrenen İskender, hemen şehre doğru ilerledi. İskender’in bölükleriyle geri döndüğünü görünce acropolis’e çekilen Aspendoslular yeniden barış sağlayabilmek için elçi gönderdiler. Ancak bu kez oldukça ağır koşulları kabul etmek zorunda kaldılar. Bu anlaşmaya göre, bir Makedon garnizonu şehirde kalacak ve yıllık vergi olarak 4000 atın yanı sıra 100 talent (daha çok altın ve gümüş için kullanılan, Attica’da (şimdiki Yunanistan) 6000 drahmi, Suriye ve Filistin’de 3000 şekel karşılığı ağırlık birimi) altın vereceklerdi.
İskender’in ölümünden sonra devam eden savaşlarda dönüşümlü olarak Ptolemilerin ve Seleucidlerin kontrolü altına giren kent, daha sonra M.Ö. 133’e kadar Pergamum Krallığı’nın eline geçirmiştir.
M.Ö. 79’da Cicero’nun davayı Roma senatosuna sunmasından önce, Cilicia konsey yardımcısı Gaius Verres’in tıpkı Perge’de yaptığı gibi Aspendos’u da yağmaladığını biliyoruz. Verres, halkın gözleri önünde tapınaklardaki ve meydanlardaki heykelleri almış ve onları at arabalarına yüklemiştir. Öyle ki Verres, kendi evinde bulunan Aspendos’un ünlü harpçı heykelini bile almıştır.
Aspendos diğer Pamphylia şehirleri gibi en parlak dönemine M.S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda ulaşmıştır. Bugün hala bu bölgede görülebilen anıtsal mimarinin büyük bölümü bu altın çağda yapılmıştır. Şehir kıyıda olmasa da, Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin kenarında bulunması gemilerin şehre ulaşımını mümkün kılmıştır. Bu ulaşım imkanı, Aspendos’un arkasında yer alan verimli ova ve sık ormanla örtülü dağlarla birlikte şehrin gelişiminde belirleyici faktörler olmuştur. Şehirde dokunan altın ve gümüş işlemeli duvar halıları, limon ağacından yapılmış mobilyalar ve heykelcikler, yakındaki Kapria Gölü’nden elde edilen tuz, şarap ve özellikle Aspendos’un meşhur atları, Aspendosluların ihraç ettikleri ürünler arasında en başta gelenlerdir. Üzüm yetiştirmekle ve şarap tüccarlığı ile tanınmış olsalar da dini törenlerinde tanrılarına şarap sunmayan Aspendoslular, bunun sebebini “Eğer şarap yalnızca tanrılara ait olsaydı, kuşlar üzümleri yemeye cesaret edemezlerdi” diyerek açıklamışlardır.
Tarihte adından söz ettiren birkaç Aspendoslu vardır. Döneminde ünlü bir askeri komutan olan Andromachos, aynı zamanda Finike ve Suriye valisiydi. Doğuştan filozof olan Diodorus’un eserleri hakkında bilinen azdır ancak uzun saçları, kirli giysileri ve filozof Cynic takipçilerinin simgesi çıplak ayakları, onun Pythagorus’tan etkilendiğini gösterir.
13. yüzyılın başından itibaren, Aspendos, Selçuklu Türklerinin yerleşimlerinin izlerini taşımaya başlar. Özellikle I. Alaeddin Keykubat’ın hükümdarlığı sırasında tamamen restore edilen tiyatro, Selçuklu tarzında zarif çinilerle süslenmiş ve saray olarak kullanılmıştır.
Antalya – Alanya karayoluna dönen yolun sonunda en görkemli, aynı zamanda işlevsel açıdan en iyi tasarlanmış ve en eksiksiz Roma tiyatrosu örneği ile karşılaşılır. Yapı, Yunan geleneğine uygun olarak bir tepedeki bayıra yapılmıştır. Günümüzde ziyaretçiler yapıya epey sonra inşa edilen ön cephedeki kapıdan girerler. Aslında orijinal giriş, sahne binasının iki ucundaki tonozlu paradoslardandır. Caeva yarım daire şeklindedir ve geniş bir diazoma ile ikiye bölünmüştür. Yukarda 21, aşağıda 20 oturma sırası vardır.
Seyircilerin güçlük çekmeden yerlerine oturabilmesi için dolaşım kolaylığı sağlamak amacıyla giderek yayılan merdivenler yapılmıştır, aşağı bölümde orkestra seviyesinden başlayan merdiven sayısı 10 iken bu sayı yukarıda diazomanın üst başlangıcında 21’dir. Daha sonraki bir tarihte yapıldığı düşünülen 59 kemerli galeri, üst caeva’nın bir ucundan diğer ucuna uzanır. Mimari açıdan bakıldığında diazomanın tonozlu galerisi üst caeva’yı destekleyen bir alt yapıdır. Protokolün genel kuralı olarak caeva’nın her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan localar imparatorluk ailesine ve kendilerini Roma’nın yürek tanrısı Vesta’ya adamış kutsal bakirelere ayrılmıştır. Orkestradan başlayıp yukarı çıkarak, ilk sıra senatörlere, yargıçLara ve büyükelçilere, ikinci sıra ise şehrin diğer ileri gelenlerine ayrılmıştır. Diğer kısımlar tüm vatandaşlara açıktır. Kadınlar genellikle galerinin altındaki üst sıralarda otururlardı. Cavea’nın üst kısmındaki oturulacak belirli yerlere yontulmuş isimlerden buraların da belli kişilere ayrıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Tiyatronun oturma kapasitesini kesin olarak belirlemek imkansız olsa da 10.000 – 12.000 kişilik oturma kapasitesine sahip olduğu söylenir. Son yıllarda düzenlenen Antalya Film ve Sanat Festivali kapsamında tiyatroda verilen konserlerde tiyatroya 20.000 seyircinin alınabildiği görülmüştür.
Hiç şüphesiz tiyatronun en dikkat çekici öğesi sahne binasıdır. Yığma taştan yapılan iki katlı bu binanın alt katında, sanatçıların sahneye çıkışlarını sağlayan beş kapı vardır. Ortada porta regia olarak bilinen büyük kapı ve bunun iki yanında da porta hospitales olarak bilinen iki küçük kapı vardır. Orkestranın hizasındaki küçük kapılar ise, vahşi hayvanların saklı tutulduğu yerlere açılan uzun koridorlara aittir. Kalan parçalardan, duvarlardaki nişler ve bina formundaki küçük yapıların içine üçgen ve yarım daire biçimindeki küçük süs çatılar (pediment) altında heykeller yerleştirildiği anlaşılmaktadır.
Sütunlu üst kattın ortasındaki pediment’te şarap tanrısı, tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un kabartması vardır. Sahne binası cephesinin bazı bölümlerinde görülebilen beyaz sıvanın üzerindeki kırmızı zikzak motifler, Selçuklu dönemine aittir. Sahne binasının üst kısmı oldukça süslü ahşap bir çatı ile örtülmüştür.
Aspendos’taki tiyatro olağanüstü akustiğiyle de meşhurdur. Orkestranın ortasında çıkartılan en ufak bir ses bile en üst sıradaki galerilerden rahatça duyulabilir. Zengin bir kültürel mirasın ortasında yaşayan Anadolu asilzadeleri şehirlerle ve onların etrafında bulunan anıtlarla ilgili hikayeler yaratmışlardır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikayelerden biri Aspendos Tiyatrosu ile ilgilidir. Buna göre; Aspendos Kralı, şehre kimin en fazla hizmet sunabileceğini görmek için bir yarışma düzenleyeceğini ve kazananın kızı ile evlenebileceğini ilan eder. Bunu duyan sanatkarlar son hız çalışmaya koyulurlar. Nihayet karar günü geldiğinde, kral herkesin çabasını bir bir inceler ve iki aday seçer. Bu adaylardan birincisi, şehre su kemerleri yolu ile çok uzak mesafelerden su getiren bir sistemi kurmayı başarmıştır. İkinci aday ise tiyatroyu inşa etmiştir. Kral birinci adaydan yana karar vermek üzere iken tiyatroya bir daha bakması istenir. Tiyatronun en üst galerisi civarında gezinirken nereden geldiği belli olmayan bir sesin derinden ve defalarca “Kralın kızı bana verilmeli.” dediğini duyar. Büyük bir şaşkınlık yaşayan kral, sesin nereden geldiğini arar ancak kimseyi bulamaz. Bu kişi, tabii ki, yarattığı şaheserin akustiği ile övünen ve sahnede çok kısık bir sesle konuşan tiyatronun mimarının ta kendisidir. Sonunda güzel kızı mimar kazanır ve düğün töreni de bu tiyatroda yapılır.
Güney parados’taki bir yazıttan, tiyatronun İmparator Marcus Aurelius (M.S. 161-180) döneminde Theodoros isimli bir Aspendoslunun oğlu mimar Zeno tarafından yapıldığını biliyoruz. Bu yazıta göre, Aspendos halkı Zeno’yu takdir etmiş ve onu stadyumun yanında geniş bir bahçe ile ödüllendirmiştir. Sahne binasının her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan Yunanca ve Latince yazıtlar, bize sahne binasının Curtius Crispinus ve Curtius Auspicatus isimlerinde iki kardeş tarafından hizmete sokulduğunu ve binayı tanrılara ve İmparatorun ailesine ithaf ettiklerini anlatır.
Tiyatroda bir gösteri sergilemek için hiçbir ücret talep edilmezdi. Gerekli prodüksiyon maliyetlerinin bir kısmı kamu kuruluşları tarafından karşılanırdı, ancak gösteri bittikten sonra elde edilen karın bir kısmı bu kuruluşlara geri dönerdi. Genellikle, oyunları izlemek ya da yarışmalara girmek isteyen biri, ücret ödemek ya da bilet almak zorundaydı. Biletler metalden, fildişinden, kemikten ya da çoğu zaman pişmiş kilden yapılır; bir yüzünde resim, diğer yüzünde ise oturma sırası ve numarası yazılırdı.
Aspendos’un başlıca diğer kalıntıları tiyatronun arkasında, acropolis’in yukarısındadır. Tiyatronun yanından başlayan bir patikadan ulaşılan acropolis’te karşılaşılan ilk yapı, 27X105 metre ölçülerindeki bazilikadır. Bazilika, Romalılar tarafından icat edilen mimari bir yapıdır. Roma bazilikaları farklı amaçlar için kullanılırdı ancak bunların hepsi toplumla ilgili meseleler olurdu. Bu binalarda mahkemeler ve alışveriş pazarları kurulurdu. Bazilikanın planı, etrafı odalarla çevrili geniş bir merkezi holden oluşur. Merkez hol, binanın diğer bölümlerinden yanlarındaki sütunlarla ayrılır ve çatısı daha yüksektir. Bazilikanın içinde yargıç kürsüsü vardır. Bizans döneminde binada büyük değişiklikler yapılmış ve bina orijinal yapısını kaybetmiştir.
Bazilikanın güneyinde, şehirdeki ticari, sosyal ve politik faaliyetlerin merkezi olan üç yanı evlerle çevrili Agora vardır. Batıya doğru gidildiğinde, az ileride, stoanın (gezinti caddesi) arkasında hepsi bir sırada olan eşit büyüklükte on iki dükkan vardır.
Agoranın kuzeyinde, bugün sadece ön duvarı ayakta duran nymphaeum vardır. Genişliği 32.5 metre ve yüksekliği 15 metre olan iki katlı bu cephenin her katında beş niş vardır. Alt katta bulunan ortadaki niş diğerlerinden daha geniştir ve kapı olarak kullanılmış olduğu düşünülmektedir. Duvarın dibindeki mermer zeminden, binanın orijinalinde sütunlu bir cephesi olduğu anlaşılmaktadır.
Nymphaeumun arkasında alışılmadık planlı, ya konsey üyelerinin toplandıkları bir bouleterion (konsey odası) ya da (müzik konserleri verilen ya da tiyatro oyunları oynanan) odeon olarak kullanılan bir bina vardır.
Aspendos’un gözden kaçırılmaması gereken bir diğer kalıntısı da su kemerleridir. Kuzeydeki dağlardan şehre su getiren bir kilometre uzunluğundaki bu kemerler dizisi olağanüstü bir mühendislik becerisini ortaya koyar ve eski çağlardan günümüze kalan nadir örneklerdendir. Su, kaynağından 15 metre yüksekliğindeki kemerlerin üzerinde, oyulmuş taş bloklardan oluşan bir kanal aracılığıyla şehre getirilirdi. Su, kemerin bitim noktasının her iki tarafında bulunan 30 metre yüksekliğindeki kulelerde biriktirilir ve buralardan şehre dağıtılırdı.
Aspendos’ta bulunan bir yazıt, su kemerinin Tiberius Claudius Italicus tarafından yaptırıldığını ve şehrin hizmetine sunulduğunu anlatır. Mimari özellikleri ve yapılış teknikleri, su kemerinin M.S. ikinci yüzyılın ortalarına ait olduğunu gösterir

ASPENDOS, Antalya'nın Belkıs köyü yakın­larında, Roma döneminden kalan tiyatrosu ile ünlü bir eskiçağ kentidir. Coğrafyacı Stra-bon kentin Mopsos öncülüğündeki Argoslular tarafından kurulduğunu söyler. Ancak kentin çok daha eski dönemde kurulduğu ve 1200 yıllarında Yunanistan Yarımadası'ndan bura­ya göçen Argoslular'ca ele geçirildiği daha güçlü bir olasılıktır. Kazılarda ele geçen İÖ 5. ve 4. yüzyılda basılmış metal paralarda kentin Estvediya adını taşıdığı görülür. Bu adın Yunanlılar'dan önceki yerli bir Anadolu dili­ne ait olması bu olasılığı daha da güçlendir­mektedir.
Aspendos 5. yüzyılda komşusu Side'nin yanı sıra kendi adına para basan büyük ve zengin bir kentti. Önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan kent Helenistik ve Roma dönemlerinde zenginleşerek bir kültür mer­kezi olmuştu. Burada bulunan tümü Roma döneminden kalma yapılar bunu vurgulamak­tadır. Aspendos'ta kzı yapılmadığı için daha öncesine ilişkin yapılar ortaya çıkarılma­mıştır.
Başlangıçta biri büyük biri küçük iki tepe üzerine kurulan kent daha sonra gelişerek eteklerdeki düzlüklere yayılmıştır. Helenistik dönemde yapılan Aspendos Surları Roma ve Bizans dönemlerinde onarım görmüştür. Kentin merkezini oluşturan Büyük Tepe ile Tiyatro Tepesi arasındaki vadileri izleyen yollar surlarla çevrilidir. Büyük Tepe'ye çıkıl­dığında, "kentin yukarı bölümü" anlamına gelen Akropol ile karşılaşılır. Akropol'ün or­tası pazar yeri, eski adıyla agora'du. Pazar yerinin hemen kıyısında 105 metre uzunlu­ğunda, bazilika (çarşı, mahkeme salonu, top­lantı yeri olarak kullanılan üstü örtülü yapı) kalıntıları vardır. Bazilikanın kuzeyinde bü­yük mermerlerden yapılmış anıtsal bir çeşme (nymphaion), çeşmenin arkasında ise bir ka­palı konser salonu (odeon) bulunur. Büyük Tepe'nin kuzeyinde, günümüze oldukça sağ­lam kalabilmiş sukemerleri görülür. Ama hepsinden önemlisi, küçük tepenin doğu ya­macında olanca görkemi ve güzelliğiyle duran ünlü Aspendos Tiyatrosu'dur. İS 161-180 ara­sındaki Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminde yapılan tiyatro, Anadolu'daki Roma tiyatrolarının günümüze sahnesiyle bir­likte ulaşan en sağlam örneğidir. Tiyatronun iki katlı sahne bölümünün iki yanına ek yaptıran Alaeddin Keykubad (1220-1237) bu­rayı saray olarak kullanmıştır. Günümüze sağlam kalışının nedeni, bu dönemde bakım görmüş olmasıdır. Kent kalıntıları içinde ayrı­ca, iyi korunmuş durumda bir stadyum ile hamam, çeşme, tapınak ve mezarlar da bu­lunur.
Kentin kalıntılarının görkeminden geçmişte çok canlı bir ticaret merkezi olduğu anlaşıl­maktadır. Denizden Köprü Suyu'na giren yelkenli gemiler kente kadar gelir yüklerini boşaltır, Aspendos'tan tuz, yağ, yün, buğday, çeşitli dokumalar ve kereste yüklerlerdi. Ken­tin pazar yerinde günlük alışveriş yapılırken bazilikadaki dükkânlarda kentler arası ve denizaşırı mal ticareti yapılırdı.
Stadyumda düzenlenen yarışmalar, tiyatro­daki gösteriler Aspendoslular'ı ve kente tica­ret için gelen tüccar ve gemicileri eğlendirirdi. Kentte ayrıca arena olmadığından Roma ve Bizans dönemlerinde gladyatör dövüşleri de tiyatronun sahne ile seyirci bölümü arasındaki alanda yapılırdı. Aspendos Tiyatrosu 15 bin kişi alabilen büyüklüğüyle günümüzde de kullanılmaktadır.

 

Antik Anfi Tiyatro

Aspendos, Antalya ili Serik ilçesinde bulunan Belkıs köyünde yer alan anfi tiyatrosuyla meşhur bir antik kenttir.Aspendos, Serik ilçesinin 8 kilometre doğusunda, Köprüçayı'nın dağlık bölgesinden düzlüğe ulaştığı yerde M.Ö. 10. yüzyılda Akalar tarafından kurulmuş ve antik devrin mamur zengin kentlerinden biridir. Buradaki Tiyatro M.S. 2. yüzyılda Romalı'lar tarafından inşaa edilmiştir. Kent biri büyük, biri küçük iki tepe üzerine kurulmuştur.
Coğrafyacı Strabon ve Pamponrus Mela, Kentin Agruslularca kurulduğunu yazarlar. Bölgeye M.Ö. 1200'den sonra Yunan göçleri olmuştur oysa Aspendos adının kaynağı Rumlardan önceki yerli Anadolu dilidir. Önemli bir ticaret yolu üzerinde olduğu ve Köprüçay Irmağı ile limana bağlandığı için Aspendos, her çağda ele geçirilmek istenen kentler arasında yer almıştır.
Aspendos'un en önemli yapısı tiyatrosudur. Antik tiyatrolar arasında en iyi şekilde korunanarak gelmiş bir açık hava tiyatrosudur. Bu tiyatro Anadolu'daki Roma Tiyatrolarının günümüze sahnesi ile ulaşabilen en eski ve sağlam bir örneğidir. Mimarı Aspendos'lu Theodorus'un oğlu Zenon'dur. Antonius Piu zamanında (138-164) yapılmıştır. Tiyatro, kentin yerli tanrıları ile imparator ailesine sunulmuştur.
Aspendos her yıl binlerce yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilmektedir ve birkaç sene öncesine kadar konserler ve aktiviteler için kullanılmaktaydı.
Bir de Aspendos Antik Tiyatrosunun küçük bir hikayesi var. Aspendos kraşının o zamanlar çok güzel bir kızı vardır ve herkes onla evlenmek ister.Fakat kral kimde karar kılacağını bilemediği için halka şöyle duyurur:kim halkımız,şehrimiz adına en yararlı ve güzel şeyi yaparsa kızımı ona vereceğimBu durum üzerine de iki büyük eser çıkar bu iki eseri de iki ikiz kardeş ortaya koyar . Bu eserlerin birisi şehre kilometrelerce uzaktan ,müthiş bir geometrik hesaplamanın sonucu olarak ortaya çıkarılıp inşa edilmiş kasabaya su getiren su kemerleri; diğeri ise orkestrasında yere metal para atıldığında en üst tarafından dahi o sesin duyulduğu dünyanın o zamanki ve günümüzün akustik olarak en iyi olan tiyatrosudur.mimarı da Zenon'dur. kral su kemerlerini gördükten sonra kızını su kemerlerini yapan mımara vermek ister fakat daha sonra da tiyatroya girdiğinde tiyatronun yukarı tarafında gezerken bir ses duyar.ses kıralın kızını ben almalıyım onu bana vermeli der.bu akustiğe hayran kalan kral kızını mimar Zenon a vermekte karar kılar 

Assos

Batı Anadolu'da Troas bölgesinin güneyinde eski bir kent.
Assos'u Lesbos Adası'ndaki Methimna kentinden gelenler kurdu (İ.Ö. 2000). Kent, İ.Ö. 6. yüzyılda Lidyalıların ve Perslerin egemenliği altına girdi. Aristoteles, kentin yönetimini elinde bulunduran Hermias'ın çağrısı üzerine İ.Ö. 4. yüzyılın ortalarında Assos'a gelerek ilk okulunu burada kurdu. Hermias'ın ölümünden sonra (İ.Ö. 342) Assos yine Perslerin egemenliğine girdi, ancak İ.Ö. 334'te Büyük İskender kenti kurtardı. Kent bir süre sonra Bergama Krallığı'na bağlandı (İ.Ö. 241-133). Kentin kalıntıları bugün Edremit Körfezi'nin kuzeybatı kıyısında, denizden 235 m. yükseklikte volkanik bir tepe üzerindedir. Bu tepenin yamaçlarında tiyatro, gymnasium ve agora gibi yapıların kalıntıları bulunmaktadır. Bu kalıntılar içinde en ünlüsü Athena Tapınağı'na ait olanıdır.


KENTİN KURULUŞU
Kolonistlerce kurulan bu koloni şehirlerinin kuruluşlarına baktığımızda sistemli bir hareket gözlüyoruz. Şehir kuruluşlarında göçmen kafilelerin başında bunlara önderlik eden ve genellikle aristokratlar arasından seçilen bir önder bulunur ve kentin kurulmasıyla görevlendirilmiş bu kişiye ”Oikist” adı verilir. Bu kişiler kentin kurulup, halkın teşkilatlanmasında büyük önem taşıyorlar. Kolonistlerce buna önemli derecede önem veriliyor.
Assos’un tarihi yaklaşık olarak M.Ö.2000’li yıllara kadar dayanmaktadır. M.Ö.7.yy.da Lesbos (Midilli)’dan gelen kolonistlerce (Aioller ve Bithymyalılar) kurulan Assos; yıllar boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yapmış ve bunları içinde barındırarak günümüze kadar getirmiştir.
Kentin kurulum şeması dönemin kolonistlerince geliştirilen yöntemlerle şekillenmiştir. Assos’un temellerini atan kolonistlerin yerleşim yeri olarak burayı seçmelerindeki en önemli nedenlerden biri kentin hem denize hem karaya egemen olmasıdır. Assos kenti topoğrafik kurulum yeri açısından tam bir kıyı şehridir. Deniz ticaretine önem veren bu koloni şehirleri öncelikle ticari yollar üzerine ve savunulması kolay kıyılara kurulmuşlardır. Kuruluş yerinin topoğrafik yapısına göre kıyıdaki bir tepenin üzerine kurulu olan Assos; denizden gelecek saldırılara karşı kıyısının sarp olması ve karadan gelecek olanlara ise önceden önlem alabilecekleri bir görüş alanına sahip olmalarıyla birlikte, kuzeyindeki Tuzla Çayı ile korunaklı ve güvenli bir Akropol izlenimi yaratmaktadır.
Assoslular M.Ö.6.yy.da kentlerini geliştirirken iki şeyi öncelikle ele almışlar. İlk olarak kent surlarını inşa etmişler, sonrada surların tepesinden kentin koruyucusu olan Tanrıça Athena’ya bir tapınak yapmışlar. Şehir bu tapınak çevresinde gelişme göstermiş. Kentin gelişiminde ünlü filozof Aristo’yu da unutmamak gerekir.

KENTİN PLANI
Assos merkez olarak önemli bir yerde bulunuyor. Haritaya baktığımızda kentin güneyinde Ege Denizi ve Lesbos Adası, kuzeyinde Troya şehri, batısında Lekton (Babakale) şehri, doğusunda İda (Kaz Dağı) ve güney doğusunda Pergamon şehri ile çevrilidir.
Bu önemli merkezler arasında bulunmak Assos’u ve halkını hem kültürel hem de ekonomik açıdan etkilemiştir. Bunu buradaki Athena Tapınağı’nın mimari planından ve Aristo’nun buraya açtığı Felsefe okulundan görebilmekteyiz.
Assos’un planına baktığımızda deniz ticaretine daha çok önem verildiğini anlıyoruz. Kentin önemli kültür ve ticaret binaları denize bakan güney yamacına kurulmuş. Bu binaların hemen bitiminde sahilde liman yer alıyor. Kent döneme damgasını vurmuş gösterişli bir sur ile çevrili. Şehrin güney kapısının iki yanında nekropol bulunuyor. Halk ise daha çok şehrin kuzeyine yerleşmiş.

KENTİN MİMARİ YAPILARI
Mimari açısından günümüze önemli yapılar bırakan bu kentte çağın bütün binalarını görmemiz mümkün. Kenti tepesinde bulunan Athena Tapınağı zemini ve birkaç sütunu ile günümüze gelmiş. Agora; Akropol’ün güney yamacında olup; çevresinde dönemin resmi yapıları yer almaktaydı. Agora’nın M.Ö. II.yy. dan kalma kalıntıları görülebilir. Bu yapı daha sonra kiliseye dönüştürüldüğünden, özgün planı hakkında bir bilgi yok.
Bouleuteiron (Meclis); agoranın doğusundadır. Kürsü, heykeller ve küçük anıtsal yapılardan oluşuyordu.
Gymnasium; M.Ö. II. yy.da yapılmıştır. Agora ile batı kapısı arasında yer almaktadır. Dört yanı Dorik üsluptaki sütunlarla çevrili, taş döşeli bir avlu biçimindedir. 32x40 m ölçülerindedir.
Tiyatro; M.Ö. II. Yy.da Agora’nın yakınına kurulmuştur. Geleneksel Grek tiyatro planına uygun olarak, at nalı biçimindedir. Roma döneminde yenilenmiştir. Son yüzyıla dek tümüyle korunan yapı, günümüzde çok hasarlıdır. Restorasyon çalışmaları devam etmektedir.
Stoa (revak); bu galeriler den biri Agora’nın kuzeyinde, öbürüde güneyindedir. Kuzeydekinin M.Ö. III. yy.ın sonunda ya da II. yy.ın başında yapıldığı düşünülmektedir. İki katlı, Dorik üsluptadır. Aynı dönemden olan güney stoa, üç katlıydı. Orta katta 13 dükkân bulunuyordu. Alt katta ise sarnıç ve 13 hamam yer almaktaydı.
Nekropol; Helenistik ve Roma dönemlerindendir. Nekropol’ün batı ve doğu kapılarını bağlayan yol boyunca, mezar ve anıtlar sıralanmıştır.
Assos’ta ayrıca Osmanlı dönemimde (XIV. yy.) yapılmış Hüdavendigar Camii ve Tuzla Çayı üzerinde bulunan Behramkale Köprüsü bulunmaktadır.

KENTTE HÜKÜM SÜREN DEVLETLER
Ünlü tarihçi Homeros burada Leleglerin yaşadığını söylüyor. Strabon ise en eski adının Pegasos olduğunu söylüyor fakat Pegasos ile Assos kentleri aynı kentler değildir. M.Ö. 7.yy.da Aioller ve Bithymyalı göçmenler tarafından kurulan Assos, M.Ö. 560’larda Lydyalıların kontrolüne geçmiş. M.Ö.545 yıllarında Persler egemen olmuş. M.Ö. 387’de Antiasians Barışından sonra Banker Eubolos, kendini Assos’un hakimi ilan ediyor. Hizmetlisi Hermaios Eubolos’u öldürüp, yönetimi ele geçiriyor. Hermaios, Platon ve Aristo’nun öğrencisi. M.Ö.348–347 Aristoteles’i Assos’a davet ediyor ve Aristoteles burada üç yıl ders veriyor. M.Ö. 345’te Rodoslu Memnon, Hermaios’u bir dostluk şölenine davet ediyor ve Hermaios burada esir edilip Pers başkentine gönderilip çarmıha gerilir. Bu arada Memnon, Hermaios’un mührünü çalıp bu mühür ile çevreye mektup yazar ve egemenliğin Pers’lerin eline geçtiğini bildirir. M.Ö. 334’te Granikos savaşından sonra B. İskender’in (Makedonya’nın) egemenliğine girip, M.Ö. 133’lerde ise Bergama Krallığı’nın egemenliği altında. Bergama Krallığı Assos’u Roma’ya bırakıyor. İmparator Germanikos burada kültünü ilan eder. 1200’lü yıllarda ise Assos Osmanoğulları egemenliğine girmiştir.

GÜNÜMÜZDE ASSOS ANTİK KENTİ


Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinin Behramkale köyünde bulunan Assos, Asya’nın batıdaki son noktası olarak bilinen Babakale’ye (Lekton) 20 km. uzaklıktadır. Troya’dan sonra bölgede ki en büyük antik kenttir. Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu ve ekibinin uzun çalışmaları ve bölgede ki yapıların orijinal mimarileri bozulmadan oluşturulan tesisler sayesinde Assos şirin bir ören ve tatil yeri olmuş. Tarihin 21.yy.daki yansıması olan Assos 238 m yükseklikte yer alan bir tepeden Ege’yi seyrediyor. Assos’un bu keyifli seyirdeki gözleri tepedeki Athena ise denizin yosun kokusunu sahildeki limanla soluyor.
Assos’a gittiğinizde ilk önce en tepeye çıkıp Athena Tapınağını görün. Eşsiz manzarası ve güzelliğiyle burası sizi büyüleyecektir. Daha sonra aşağıya inip köyün içinde dolaşırken buradaki Medusa başları ve Athena Tapınağı figürlerinden birer tane alırken burada ki kadınların sattığı yüzlerce yıldır üretilen zeytinyağları ve kekiklerden de almayı unutmayın. Temiz havası, denizi, tarihi, huzurlu, sessiz ortamı ve deniz ürünlerinin yanı sıra; Assos, bünyesindeki tesisleriyle de konuklarına kültür ve dinlence dolu bir tatil imkânı sunuyor.



 

 Bybassios

Erine yolu üzerinde, Bozburun Köyü’ne devam edildiğinde Bybassios antik kentinin kalıntıları ile karşılaşılır. Bu günkü Orhaniye Köyü, kalıntıların bulunduğu tepenin yamacına kurulmuştur.
Kentin sur kalıntaları orman içinde dağınık bir arazide yer almaktadır. Buradaki bir ada üzerinde de kale kalıntıları göze çarpmaktadır. DİODOROS Apollon tarafından kurtarılıp Khersonese’ye getirilen kız kardeşlerinden Parthenos adlı kızkardeşin Bybassios tapınağı ile ödüllendirildiğinden bahseder. Prof. E. Benn, Gölenye yakınlarında bulduğu yazıta dayanarak, Castabus’taki kutsal yerin Bibassios’lulara ait olduğunu belirtiyor. Ayrıca Bibassios kenti, SYME körfezinin başında bir yerde tanımlanıyor. Böylece Castabus’un Pazarlık’ta, Bybassios’unda Orhaniye'de kurulduğunu söyleyebiliriz. 

 Castabus

Kastabos, Κασταβος Marmaris yakınlarında bir antik kenttir.
Bu antik ören yeri Hisarlık köyü yakınlarındaki Pazarlık mevkiindedir. Eren Dağı'ndaki bu kutsal yere Hisarönü ovasından bir saatlik tırmanışla ulaşılabilir. Antik Yunancada "yarı-tanrıça" anlamına gelen Hemithea'nın ünlü tapınağı (Diodoros Siculus, Bibliotheka Historika, V, 62-63) kendisi için yapılan platformun üzerinde yer alır. M.Ö. 4. yüzyıldan kalma Ion düzenindeki yapı, ayrıca Dor öğeleri de taşımaktadır. Platform üzerinde, tapınak temeli görülebilir. Platformu destekleyen göz alıcı duvarlar günümüze kadar varlığını sürdürebilmişlerdir. Güneydeki alanda yer alan yıkık tiyatro, tapınakla birlikte bölgede tanımlanabilen tek yapıdır.
Her türlü korumadan yoksun tapınağın tüm blokları kaçak kazılarla yağmalanarak tahrip edilmiştir. Bu yüzden gerek tapınaktan gerek çevre yapılardan günümüze ulaşan kalıntılar önemsiz ve gösterişsizdir. 

 Cedrae

Saray adası (Kleopatra Adası), Orta Ada ve Küçük Ada olmak üzere üç adadan müteşekkil olan Şehir Adalarından Saray Adasında Roma çağından kalma eski Cedrae ören yeri bulunmaktadır. Uzaklardan surların kalıntıları kolayca seçilebilir.
Adanın kuzeybatı yanındaki küçük koyda halk arasında Kleopatra'nın yüzdüğü rivayet edilen çok ilginç bir plaj vardır. Efsaneye göre bu küçük koy Kleopatra ile Mark Antonius'un denize girdikleri yer olup, buranın kumu Antonius tarafından Kuzey Afrika'dan gemilerle getirilmiştir. Söylendiğine göre bu cins kum bugün yalnızca Mısır'da görülebilmektedir.
Saray adasının doğu kısmında surlarla çevrili yapı kalıntıları Roma döneminden kalmadır. En iyi durumda olan Küçük Tiyatro binasıdır. Dor'lara ait Apollon tapınağının temelleri üzerinde sonraki yüzyıllarda bir Hıristiyan bazilikası inşa edilmiştir. Saray adasının batı kesiminde bir Agora bulunmaktadır. Bir takım kitabelerden bu bölgede Apollon'un onuruna atletizm festivallerinin düzenlendiği anlaşılmaktadır. Küçük adasındaki nekropolün kalıntıları diğer buluntular ile sütün kabartmaları Ada'da görülebilir.

Colybrassus

Colybrassus, Antalya il sınırları Alanya ilçesi yakınlarındaki bir antik kenttir.


Kaya Mezarı Odasi
Colybrassus, Alanya'nın 30 kilometre kadar kuzeybatısında ve Toroslar'da Roma döneminden kalma bir kenttir. Çevreye dağılmış durumdaki çok sayıda yazıt, kent tarihine ilişkin önemli bilgiler içermekle birlikte ayrıntılar henüz gün ışığına çıkmamıştır. Günümüze kadar ayakta kalan kalıntılar arasında köşe başlığı İon tarzında tapınak, nekropoldeki lahitler ve bir kayaya oyulmuş mezar sayılabilir. Kaya mezarın cephesi anıtsal bir görüntüdedir. Tek mekandan oluşan mezar odasına 18 basamaklı bir merdivenle çıkılır ve girişin üstü basık kemer şeklinde yontularak içi Medusa başı ile süslenmiştir. Kemerin iki yanı ise kartal motiflidir. Kentte ayrıca odeon, kuleli kent duvarları, eksedra, konut kalıntılarından örnekler görülebilir.
Ören yeri ücretsiz gezilmektedir. Antik kentin bir adı da Ayasofya'dır.

 Corydella

Corydella Antalya il sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki antik kenttir.
Şehir Kumluca'nın batısındaki ve ilçe merkezine 1 km. uzaklıktaki iki tepe üzerinde kurulmuştur. Bugün toprak üstünde yalnızca şehre su getiren aguaduktur kalıntıları seçilebilmektedir. Diğer eserler yok edilmiştir. Kent özellikle Bizans ve geç Bizans devirlerinde gelişme göstermiştir. Fakir bir köylü kadının keçisinin ayağına bir zincirin takılması ile ortaya çıkan ve "Kumluca Definesi" diye tanınan define bu ören yerinde çıkmıştır. Ne yazık ki çok değerli altın ve gümüş eşyalardan oluşan definenin büyük bir kısmı Amerika'ya kaçırılmış, çok az bir kısmı Antalya Müzesi'nde sergilenmiştir.

 Daskyleion

Daskyleion, antik bir yerleşim birimidir. Daskyleion Satraplığı olarak bilinmektedir. Bandırma'nın 30 km güneyinde, Manyas Kuşgölünün güneydoğusunda, Ergili Köyünün 2 km batısında Aksakal Beldesi sınırları içinde yer alan Hisartepe'dedir. Herodotos ve Xenophon gibi antik yazarların sözettiği Satraplık Sarayı bulunmaktadır.
Adını Kral Gyges'in babası Daskylos'dan almıştır. Daskyleion, en parlak dönemini Perslerin Satraplık Merkezi oldukları dönemde yaşamıştır (M.Ö. 547 - M.Ö. 333). Lidya Kralı Daskylos tarafından kurulmuştur. Kral Gyges tarafından kurulduğu da iddia edilmektedir. Perslerin yanısıra Frigya, İonya ve Bizans dönemine ait bulgular da vardır.

Kazılar

Daskyleion’ un yerinin belirlenmesi çalışması, Hasluck ile başlamıştır. 1952 yılında Kurt Bittel ilk araştırmaları yapmış, Hisartepe üzerinde, Herodotos'un bahsettiği Satraplık merkezinin yer alması gerektiğini söylemiştir.
İlk kazılar Ekrem Akurgal tarafından 1954 yılında başlatılmıştır. 1960 yılından sonra 1988 yılında Tomris Bakır başkanlığında devam etmiştir. Gürcan Polat, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü asistanları ve öğrencilerinin yanısıra, Udine Üniversitesinden dilbilimci Profesör Roberto Gusmani ve Heidelberg Üniversitesinden Attika seramiğinde uzman Dr. Yasemin Tuna-Nörling de kazılara katılmıştır. Son kazılarda bilimsel belgeleme yöntemleri kullanılmıştır. Müzelik buluntular 1995 yılına kadar Bursa Arkeoloji Müzesine, 1996-1999 yılları arasında Balıkesir Arkeoloji Müzesine teslim edilmiştir. 2001 yılından itibaren müzelik buluntular yeni açılan Bandırma Arkeoloji Müzesine gönderilmiştir.
Xenophon'un Hellenika adlı eserinde Manyas Kuşgölü (Paradeisos, Lacus Dascylitis) hakkında "Babamdan Bana kalan, içlerinde mutlu yaşadığım güzel sarayların yıkıldığını, ağaçlar ve av hayvanlarıyla dolu Parkların da yandığını görüyorum" demektedir. Bununla Paradeisos'un dünyanın en eski resmi parklarından olduğu anlaşılmaktadır. 1939 yılında Curt Kosswick ve eşi Leonore Kosswick tarafından keşfedilmiştir.

Kazı Buluntuları
Kazılarda Akhamenid Öncesi Dönem (Daskyleion'da Frigler), Erken Akhamenid Dönem (M.Ö. 547 - 480), Orta Akhamenid Dönem (M.Ö. 480 - 360), Geç Akhamenid Dönem (M.Ö. 360 - 334), Akhamenid Sonrası Dönem (M.Ö. 334 - M.S. 13. Yüzyıl) ile Paradeisos'a ait buluntular elde edilmiştir.

Attika Siyah Figür Seramiği
Akhamenid Döneme ait teras duvarı
Frig Dönemine ait şehir suru
Kösemtuğ Tümülüsü
Bulla'lar
Pişmiş Toprak Heykelcikler
Bronz olta iğneleri
Gümüş ve altın sikkeler
Antik yol kalıntıları
Kybele Tapınağı Temelleri (Frig)
Üstü Örtülü Kült Kanalı (Frig)
Tapınak Modeli (Frig)
Köşe Akroteri
Mimari Terrakottalar
Temenos Duvarı
Satrap Sarayına ait Mimari Parçalar
Hellenistik Dönem Terası
Hellenistik Dönem Evleri
Bizans Dönemi Şehir Suru
Kabartmalar
Anadolu-Pers Stili Mezar Stelleri
Kabartmalı Mimari Bloklar
Gri Seramik
Firg Seramiği
Korinth Seramiği
Lidya Seramiği
Orientalizan Dönem Seramiği
Akhamenid Kaseleri
Attika Siyah ve Kırmızı Figür Seramiği
Attika Siyah Firnis Seramiği
Hellenistik Dönem Seramiği
Bizans Dönemi Seramiği
Amforalar
Akhamenid Döneme ait bronz at gemi parçası
Erken Babil Dönemi Mühürü
Geç Babil Dönemi Mühürü 

 

Efes


Efes, kuruluşu Cilalı Taş Devri M.Ö. 6000 yıllarına dayanan, İzmir'in Selçuk ilçesinin 3 km uzağında bulunan antik kent.

Antik Efes
İzmir ili Selçuk ilçesi sınırları içindeki Efes Antik Kenti'nin ilk kuruluşu M.Ö. 6000 yıllarına, Neolitik Döneme (Cilalı Taş Devri) kadar inmektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalar ve kazılarda Efes çevresindeki höyükler ve kalenin bulunduğu Ayasuluk Tepesi'nde Tunç çağları ve Hititler'e ait yerleşimler saptanmıştır. Hititler Dönemi'nde kentin adı Apasas'tır.

Helenistik Efes
M.Ö. 1050 yıllarında Yunanistan'dan gelen göçmenlerin de yaşamaya başladığı liman kenti Efes, M.Ö. 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmıştır. Bugün gezilen Efes ise Büyük İskender'in generallerinden Lysimakhos tarafından M.Ö. 300 yıllarında kurulmuştur. Şehir Romadan özerk bir şekilde Apameia Kibotos şehri ile ortak para bastırmıştır. Bu şehirler klasik dönemdeki Küçük Asya'da çok parlak yarı özerk davranmaya başlamışlardı. Lysimakhos, kenti Miletli Hippodamos'un bulduğu "Izgara Plan"a göre yeniden kurar. Bu plana göre, kentteki bütün cadde ve sokaklar birbirini dik olarak keser.

Roma Dönemi Efes
Hellenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemlerini yaşayan Efes, Roma İmparatoru Augustus zamanında, Asya Eyaleti'nin başkenti olmuş ve nüfusu o dönem (M.Ö. 1.-2. yüzyıl) 200.000 kişiyi aşmıştır. Bu dönemde her yer mermerden yapılmış anıtsal yapılarla donatılır. M.Ö. 4. yüzyılda limanın dolmasıyla Efes'te ticaret geriler. İmparator Hadrian limanı birkaç kez temizletir. Liman kuzeyden gelen Marnas Çayı ve Küçük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla dolar. Efes denizden uzaklaşır. 7. yüzyılda Araplar bu kıyılara saldırır. Bizans döneminde tekrar yer değiştiren ve ilk kez kurulduğu Selçuk'taki Ayasuluk Tepesi'ne gelen Efes, 1330 yılında Türkler tarafından alınır. Aydınoğulları'nın merkezi olan Ayasuluk, 16. yüzyıldan itibaren giderek küçülmeye başlamıştır. Günümüzde bölgede, 30.000 nüfuslu turistik Selçuk ilçesi bulunmaktadır.

Hadrian Tapınağı

Efes ören yerinde, Hadrianus Tapınağı girişindeki frizde Efes'in 3 bin yıllık kuruluş efsanesi şu cümlelerle yer alır:
Atina kralı Kodros'un cesur oğlu Androklos, Ege'nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı'nın kahinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kuracağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege'nin lacivert sularına yelken açar... Kaystros (Küçük Menderes) Nehri'nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yabandomuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler...
Doğu ile Batı arasında başlıca kapı durumunda olan Efes önemli bir liman kenti idi. Bu konumu Efes'in çağının en önemli politik ve ticaret merkezi olarak gelişmesini ve Roma Devrinde Asia eyaletinin başkenti olmasını sağlamıştır. Efes, antik çağdaki önemini yalnızca buna borçlu değildir. Anadolu'nun eski anatanrıça (Kybele) geleneğine dayalı Artemis kültünün en büyük tapınağı da Efes'te yer alır. Efes'teki Artemis Tapınağı dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir.
M.Ö. 6. yüzyılda bilim, sanat ve kültürde Milet ile birlikte en ön sırada yer alan Efes, bilge Herakleitos, rüya tabircisi Artemidoros, şair Callinos ve Hipponaks, gramer bilgini Zenodotos, hekim Soranos ve Rufus gibi ünlü kişileri yetiştirmiştir.

Mimari Eserler
Efes, tarihi boyunca birçok kez yer değiştirdiğinden kalıntıları yaklaşık 8 kilometrelik geniş bir alana yayılır. Ayasuluk Tepesi, Artemision, Efes ve Selçuk olarak dört ana bölgedeki harabeler yılda ortalama 1,5 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir. Tümüyle mermerden yapılmış ilk kent olan Efes'teki başlıca yapılar ve eserler aşağıda açıklanmıştır:
Artemis Tapınağı: Dünyanın yedi harikasından biridir. Antik dünyanın mermerden inşa edilmiş ilk tapınağıdır. Büyüklüğü 130 x 68 metre ve ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıça) tapınakları gibi batıya dönüktür.
Magnesia Kapısı (Üst Kapı) ve Doğu Gymnasiumu: Efes'in iki girişi vardır. Bunlardan biri kentin çevresindeki sur duvarlarının doğu kapısı olan, Meryemana Evi Yolu üzerindeki Magnesia Kapısı'dır. Doğu Gymnasiumu, Panayır Dağı eteğindeki Magnesia Kapısı'nın hemen yanındadır. Gymnasion, Roma Çağı'nın okuludur.
Odeion: Efes'in iki meclisli bir yönetimi vardı. Bunlardan biri olan Danışma Meclisi toplantıları zamanında üzeri kapalı olan bu yapıda yapılmış ve konserler verilmiştir. 1.400 kişilik kapasiteye sahiptir. Bu nedenle yapı "Bouleterion" olarak da adlandırılır.
Yukarı Agora ve Bazilika: İmparator Augustus tarafından inşa ettirilmiş, resmi toplantıların ve borsa işlemlerinin yapıldığı yerdir. Odeion'un önündedir.
Prytaneion (Belediye Sarayı): Prytan kentin belediye başkanı gibi görev yapardı. En büyük görevi kalın sütunları bulunan bu yapının içindeki kentin ölümsüzlüğünü simgeleyen kent ateşinin sönmemesini sağlamaktı. Prytan, Kent Tanrıçası Hestia adına bu görevi üstlenmişti. Salonun çevresinde tanrı ve imparator heykelleri sıralanmıştı. Efes müzesindeki Artemis heykelleri burada bulunmuş ve daha sonra müzeye getirilmiştir. Yanındaki yapılar kentin resmi misafirlerine ayrılmıştı.
Domitianus Meydanı: Meydanın güneyinde, teras üzerinde İmparator Domitianus adına Efesliler tarafından yaptırılmış büyük bir tapınak ve altında Efes yazıtlar galerisi vardır. Doğuda Pollio Çeşmesi ve olasılıkla hastane yapısı, kuzeyinde cadde üzerinde Memnius Anıtı yer alır.
Herakles Kapısı: Roma Çağı sonlarında yaptırılmış olan bu kapı Kuretler Caddesi'ni yaya yolu haline getirmiştir. Ön cephesindeki Kuvvet Tanrısı Herakles kabartmaları dolayısıyla bu ismi almıştır.
Traianus Çeşmesi: Cadde üzerindeki iki katlı anıtlardan biridir. Ortada duran İmparator Trainus'un heykelinin ayağı altında görülen küre dünyayı simgeler.
Yamaç Evler: Teraslar üzerine inşa edilmiş olan çok katlı evlerde kentin zenginleri oturuyordu. Peristilli ev tipinin en güzelleri olan bu evler modern evlerin konforunda idi. Duvarlar mermer kaplama ve fresklerle, taban ise mozaiklerle kaplıdır. Evlerin hepsinde kalorifer sistemi ve hamam bulunmaktadır.
Hamam ve Umumi Tuvalet: Romalıların en önemli sosyal yapılarındandır. Soğuk, ılık ve sıcak kısımlar vardır. Bizans döneminde tamir görmüştür. Ortasında havuz olan umumi tuvalet yapısı, aynı zamanda toplanma yeri olarak da kullanılmıştır.
Hadrianus Tapınağı: İmparator Hadrianus adına, anıt tapınak olarak inşa ettirilmiştir. Korinth düzenlidir ve frizlerinde Efes'in kuruluş efsanesi işlenmiştir.
Oktagon: Kleopatra'nın kız kardeşine ait anıtsal bir mezardır.
Heroon: Efes'in efsanevi kurucusu Androklos adına yaptırılmış bir çeşme yapısıdır. Ön kısmı Bizans döneminde değiştirilmiştir.

Celcius Kütüphanesi

Celcus Kütüphanesi: Roma dönemi yapılarının en güzellerinden birisi olan yapı hem kütüphane, hem de mezar anıtı görevini üstlenmiştir. M.S.106 yılında Efes valisi olan Celsus ölünce, oğlu kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmıştır. Celsus'un lahdi kütüphanenin batı duvarı altındadır. Cephesi 1970-1980 yılları arasında restore edilmiştir. Kütüphanede kitap ruloları, duvarlardaki nişlerde saklanıyordu.
Serapis Tapınağı: Efes'in en ilginç yapılarından biri olan Serapis Tapınağı, Celsus Kütüphanesi'nin hemen arkasındadır.
Anıtsal Çeşme: Odeion'un önündeki meydan kentin "Devlet Agorası" (Yukarı Agora)'dır. Tam ortasında Mısır tanrıları tapınağı (İsis) bulunuyordu. M.Ö. 80 yıllarında Laecanus Bassus tarafından yaptırılan Anıtsal Çeşme, Devlet Agorası'nın güneybatı köşesinde yer alır. Buradan Domitian Meydanı'na ve bu meydan etrafında kümelenmiş bulunan Pollio Çeşmesi, Domitian Tapınağı, Memmius Anıtı ve Herakles Kapısı gibi yapılara ulaşılır.
Mazeus Mithridates (Agora Güney) Kapısı: Kütüphaneden önce, İmparator Augustus zamanında inşa edilmiştir. Kapıdan Ticaret Agorası'na (Aşağı Agora) geçilir.

Mermerli yol
Mermer Cadde: Kütüphane meydanından tiyatroya kadar uzanan caddedir.
Agora: 110 x 110 metre boyutlarında ortası açık, çevresi portikler ve dükkanlarla çevrili bir alandır. Agora, kentin ticari ve kültürel merkeziydi. Agora Mermer Cadde'nin başlangıç noktasıdır.
Büyük Tiyatro: Mermer Cadde'nin sonunda bulunan yapı, 24.000 kişilik kapasiteyle antik dünyanın en büyük tiyatrosudur. Çok süslü ve üç katlı sahne binası tamamen yıkılmıştır. Oturma basamakları üç bölümlüdür. Tiyatro, St. Paul'ün vaazlarına mekan olmuştur.

Büyük Tiyatro
Tiyatro Gymnasiumu: Hem okul, hem de hamam işlevine sahip büyük yapının avlu kısmı açıktadır. Burada tiyatroya ait mermer parçalar restorasyon amacıyla sıralanmıştır.
Liman Caddesi: Büyük Tiyatro'dan, bugün tamamen dolmuş olan Antik Liman'a uzanan, iki yanı sütunlu ve mermer döşeli Liman Caddesi (Arcadiane Caddesi), Efes'in en uzun caddesidir. 600 metre uzunluktaki cadde üzerine kentin Hıristiyanlık döneminde anıtlar yapılmıştır. Her birinde havarilerden birinin heykeli olan dört sütunlu Dört Havari Anıtı, caddenin hemen hemen ortasındadır.
Liman Gymnasiumu ve Liman Hamamı: Liman Caddesi'nin sonundaki büyük yapılar grubudur. Bir bölümü kazılmıştır.
Saray Yapısı, Stadyum Caddesi, Stadyum ve Gymnasium: Bizans sarayı ve caddenin bir bölümü restore edilmiştir. At nalı biçimindeki Stadyum, antik devirde sportif oyunların ve yarışmaların yapıldığı yerdir. Geç Roma döneminde gladyatör oyunları da yapılmıştır. Stadyumun yanındaki Vedius Gymnasiumu ise hamam-okul kompleksidir. Vedius Gymnasiumu kentin kuzey ucunda, Bizans dönemi surlarının hemen yanında yer almaktadır.
Meryem Kilisesi: 431 Konsül Toplantısı'nın yapıldığı yer olan Meryem Kilisesi (Konsül Kilisesi), Meryem adına inşa edilmiş ilk kilisedir. Liman Hamamı'nın kuzeyinde yer almaktadır.
Meryemana Evi: İsa'nın annesi Meryemana, İsa öldükten sonra St. Jean ile birlikte Efes'e gelmiş ve hayatının son yıllarını burada yaşamıştır. Ancak Kitab-ı Mukaddes'te de anlatıldığı gibi Meryem'in mezarı dönemin selefkosunda bugünün Silifke'sinde olduğu rivayet edilmektedir.
Yedi Uyuyanlar: Bizans döneminde mezar kilisesi haline getirilmiş olan bu yer, Geç Roma imparatorlarından Decius zamanında putperestlerin zulmünden kaçan yedi Hristiyan gencin Panayır Dağı eteklerinde sığındıkları rivayet edilen mağara olduğuna inanılır ancak tüm araştırmalarda gerçek mağaranın dönemin en büyük merkezi ve St. Paul'ün doğum yeri olan Tarsus'tadır.
St. Jean Kilisesi: Bizans İmparatoru Büyük Iustinianus tarafından yaptırılan ve o dönemin en büyük yapılarından bir olan 6 kubbeli kilisenin merkezi kısmında, altta, İsa'nın en sevdiği havarisi St. Jean'ın mezarının bulunduğu iddia edilmektedir ancak henüz herhangi bir bulguya rastlanamamıştır. Kilisenin kuzeyinde hazine binası ve vaftizhane vardır.
Kale: Kale içinde cam ve su sarnıçları vardır.
İsabey Camii: 1375 yılında Aydınoğulları'ndan İsa Bey tarafından Şam'lı Mimar Ali'ye inşa ettirilmiştir.

 Eflatunpınar



Eflatunpınar Beyşehir Gölü kıyısında ve Beyşehir, Konya ilçesi sınırları içerisinde, yaklaşık M.Ö.1300 yıllarına tarihlendirilen Geç Hitit kalıntılarının ve özellikle de bir anıtın bulunduğu bir arkeolojik alandır (höyük). Tarihi Eski Yunan filozofu Eflatun'dan (Plato) 1000 yıl öncesine dayanmakla birlikte, halk arasında bu şekilde adlandırılagelmiştir.
Eflatunpınar'da ayrıca, 15. yüzyıl da, Otlukbeli Savaşı öncesindeki dönemde, Osmanlı Devleti'ne karşı Karamanoğulları Beyliği'ne yardım eden Akkoyunlu Devleti'nin kuvvetleri ile Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Şehzade Mustafa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri bir savaş cereyan etmiş ve savaştan Osmanlılar galip çıkmıştır.
Eflatunpınar kalıntıları, Beyşehir Gölü çevresindeki pek çok diğer arkeolojik alan gibi, derinlemesine arkeolojik araştırmaların gerçekleştirilmesini beklemektedir.

 Erymna

Erymna, Antalya ilinin Ormana Köyüyle Unulla Köyü arasında bir tepe üzerinde bulunan antik kent.
Erymna, Pamfilya ya da Pisidya'da, Akseki'nin 18 km batısındadır. Yeri, hem isminin sürekliliği (Hierokles ve Notitiae'deki Orymna), hem de burada bulunan bir yazıt tarafından ispatlanmıştır.
Erymna'nın daha önceki zamanlarda Strabo (570)'nun bahsettiği Katenneis kabilesinin bir üyesi olmuş olduğu sanılıyor. Daha sonra normal Yunan yapısına sahip bağımsız bir şehir haline gelmiş, ancak hiçbir zaman kendi parasını basmamıştı.
Mevcut kalıntılar çok sınırlıdır. Akropol tepesi sivridir, ancak yüksek değildir; eteklerinde çok büyük taşlardan inşa edilmiş sütunlu bir binanın temelleri vardır. Bunun dışında köyde sadece bir lahit ile buranın kimliğini saptayan yazıtı da içeren çeşitli mimari taşlar vardır.Burada kente ait çeşitli kule ve kale kalıntıları dikkat çekicidir

Gagae

Antalya il sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki antik kent.
Mavikent Kasabası Aktaş Mevkiinde bulunan Gagae isimli antik kent Akropolis kayalığı ile Deniz arasında kalan bir alanda kurulmuştur. Buradaki yapılar Roma ve Ortaçağ izlerini taşımaktadır. Şehrin duvarları ve bazı Hıristiyan Kiliseleri ile birçok kalıntılar hala durmaktadır. Gagae aşağı ve yukarı olarak değerlendirilen bir Akrepolis idi. Gagae'ye Paleopolis'de denilmiştir
Gagae ismi varlığının şu an araştırılmasının mümkün olmadığı,bir tür taş olan Gagates'tin türediği bilinmektedir. Serpentin Porfiritit tuzaklar ve kireçtaşından oluşan çevrenin mineral özellikleri hakkında özel bir araştırma bulunmamaktadır.

Halikarnassos

Antik çağda Karya bölgesinin ünlü kentlerinden Halikarnassos’a (Bodrum) İzmir-Söke-Milas karayolundan ulaşılmaktadır. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde bulunan eserler yöredeki yerleşimin M.Ö 5000 yıllarına kadar indiğini göstermektedir.Ayrıca buradaki buluntular, yörenin yüzyıllar boyunca Ege adalarından kaynaklanan çeşitli istilalara uğradığını, farklı uygarlıkların da birbirini izlediğini işaret etmektedir. Bunun yanı sıra son yıllarda Bodrum’a çok yakın olan Çömlekçi, yalıkavak ve Müskebi’de ortaya çıkarılan mezarlar ve onlara ait buluntular Myken’lerin de burada yaşamış olduklarına işaret etmiştir.
Halikarnassos’lu Tarihçi Heredotos (M.Ö.484-425) “Karyalılar anakaraya adalardan gelmiştir” diyerek kentin kuruluşunu İon kolonistlere bağlamıştır. Heredotos, Mora Yarımadası’nın (Peleponnesos) doğusundan, Trozien’den gelen Dorlar tarafından kurulduğunu söyleyerek ilk gelenlerin bugünkü Bodrum Kalesi’nin olduğu yerde batı rüzgârı anlamındaki Zephyros Adası’na yerleştiklerini, kıyı boyunda tutunduklarını sözlerine eklemiştir. Yörede yaşayan gerçek halk, karyalılar ile leleglerdir.
Homeros da İlyada destanında, yörenin yerli halkı olan Karyalıların Troialı’lar ile birlikte Yunanistan’dan gelenlere karşı savunduklarını dile getirmiştir.
Halikarnassos Dor Kolonistleri’nin kurduğu Dor Birliği’nin, Knidos, Kos, Lindos, Kmiros ve İasos’dan sonra altıncı üyesidir. Ancak birliğin merkezi olan Knidos’ta Apollon onuruna düzenlenen oyunlarda kazandıkları üç ayaklı bronz kazanı tapınağa sunmadıklarından, Tanrı Apollon’a yapılan bir saygısızlık sayılmış ve birlikten çıkarılmıştır. Bunun üzerine Halikarnassos İonlara daha yakın olmuş ve M.Ö.V.yüzyılda siyasal ve ekonomik yönden bir İon kenti görünümünü almıştır.
M.Ö.VI.yüzyılın başlarında Karya’nın tümünde olduğu gibi Halikarnassos da Lydialıların egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır. Bunu izleyen yüzyılda ise Karialılar, Lydialılar ve Mysialılar birbirlerini kardeş kavim saymışlardır. Perslerin Lydiayı ele geçirmesi üzerine diğer batı Anadolu kentleri gibi Halikarnassos da onların egemenliğini kabul etmiştir. Persler Anadolu’da egemenlikleri altına aldıkları kentlerde kendilerine bağlı hükümdar sülalelerini “Tiran” ismi altında yönetime getirmişlerdir. M.Ö.V.yüzyılın sonlarında Pers Kralı Kserkes’in yanında Halikarnassos tiranı Ligdamis’in kızı Kraliçe I.Artemisia da yer almıştı. Bu sefere Koslular, Nisyroslular ve Kalydonoslular da katılmıştı. Bu arada I.Artemisia, pers kralına Yunanistan’a karşı bir deniz savaşı yapmasını öğütlemişti. Onun bu isteği yerine getirilmiş ve kraliçenin kendisi de bu safere katılmıştır.
Halikarnassos’un başına I.Artemisia’dan sonra oğlu Psindalis, ardından da onun oğlu Ligdamis tiran olmuştur. Bu tiranlar tarihte pek ismi geçmeyen silik kişilerdir. II.Ligdamus’un tiranlığında ise Halikarnassos’lular zor günler geçirmişler, baskıcı yönetim altında ezilmişlerdir. Bu arada Heredetos da onun zulmünden bezerek doğduğu yeri terk etmiş, bir süre sonra dönmüştür.
Halikarnassos, İonia ihtilaline katılmış M.Ö.468’de Attika-Delos Deniz Birliği’ne üye olmuştur. Tarihi kaynaklardan Halikarnassos’un birlik üyeleri Termera ve Pedesa’dan birliğe daha az ödeme yaptığını öğreniyoruz.M.Ö.V.Yüzyılın başlarında Perslerin bölgeye yeniden egemen oluşundan sonra Anadolu’nun bazı bölümleri Spartalılara ayrılmış, karya bölgesi de Mylasa’da yaşayan Hekatomnos sülalesinin yönetimine bırakılmıştır. Hekatomnos’un ölümünden sonra da yerine geçen Maussolos, Karya satraplığının merkezini M.Ö.367’li yıllarda Halikarnassos’a taşımıştır. Halikarnassos’un savunmasının kolaylığı, ticarete ve denizciliğe elverişli konumu etkisini göstermiş ve kısa zamanda gelişmesine neden olmuştur. Bu arasa Maussollos, çevredeki sekiz Leleg kentinde yaşayanları Halikarnassos’ta oturmaya zorunlu kılmış, Rodos ve Kos’u ele geçirmiş, Lykia’ya egemen olarak vergiye bağlanmıştır. Gelişen ve zenginleşen kenti daha güzelleştirmek amacıyla çağın ünlü mimar ve heykeltıraşlarını Halikarnassos’ta toplamıştır.
Maussollos’un kenti korumak amacı ile yaptırdığı 7km. uzunluğundaki Sur Duvarları, limanın etrafında anfitiyatro şeklinde yayılan şehri çepeçevre kuşatmış. Önceleri bir ada iken sonradan anakaraya bağlanan Zephyria denen bölgede kurulmuş olan Kraliyet Sarayı tüm şehri kontrol edecek şekilde yerleştirilmiş. M.Ö. 353’de Maussollos’un ölümünden sonra Halikarnassos, öz kız kardeşi ve aynı zamanda karısı olan Artemisia II tarafindan yönetilmiş. Artemisia’nın kocası Mausollos anısına yaptırdığı 49m. yüksekliğindeki mezar Mausuleum şehrin ortasında ihtişamla yükselmiş ve antik çağın 7 harikasından biri sayılmış. II.Artemisia’nın ölümünden sonra yerine kız kardeşi Ada ile evlenen İderus geçmiş, onun da ölümünden sonra eşi Ada satrap olmuş, ancak daha sonra küçük kardeşi Piksadoros tarafından Halikarnassos’dan sürülmüştür. Daha sonra Pers’li Satrap Othontopates’in yönetimine giren Halikarnassos M.Ö. 334 yılında İskender’in Karia’ya gelmesi ile yerle bir olmuş.Büyük İskender, 334’te şehri ele geçirdiğinde ada’yı şehri yönetmek üzere yeniden çağırmıştır. Bundan sonra şehir M.Ö.129’a kadar bağımsız kalmış daha sonra da M.S. 133 ’de Roma’nın Asya Eyaletine bağlı küçük bir kentolarak varlığını sürdürmüştür.Ardından da Bizans ve Selçuklu Devletlerinin bir parçası olan Halikarnassos, 1405’te Rodoslu St. John Şövalyelerinin egemenliğine geçmiş. Zephyria’da St. Peter adına yapımına başlanan Kale , 1522’de Osmanlı Devletinin yönetimi sırasında zindan olarak kullanılmış. Halikarnassos 1523 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos seferi sırasında Osmanlı İmparatorluğuna bağlanmıştır.
Antik Halikarnassos, iki limanın ortasında olan ve bugünkü kalenin bulunduğu alan ile onun arkasındaki Göktepe’nin çevresinde kurulmuştur. Nitekim burada yapılan araştırma ve temel kazıları antik kentle ilgili birçok buluntuyu ortaya çıkarmıştır. Vitrivirus, Halikarnasso’un topografik bir tanıtımını yaparken kenti tiyatro caveasına benzetmiştir. Bu arada kentin sağındaki tepe üzerinde Afrodit ile Hermes Tapınağı’ndan söz etmiştir. Günümüzde bu yer limanın batısındaki Cafer Paşa Türbesi ile Türk mezarlığının olduğu yerdir. Kentin doğusunda Maussollos’un sarayı bulunmaktadır. Bugünkü Tepecik Camisi’nin yakınında iç limanın bulunduğu sanılmaktadır. Maussollos’un sarayından gizli bir dehlizle ulaşılan gizli limanın yeri bugün tartışmalıdır. Tepecik Camisinin arkasındaki tepede ise Savaş Tanrısı Mars’ın (Ares) kutsal alanı, tapınağı ve Timetos’un yaptırdığı Mars’ın anıtsal heykeli vardı. Bunlardan günümüze hiçbir kalıntı ve buluntu gelememiştir.
Halikarnassos’un surları Maussollos zamanında (M.Ö.377-353) yapılmıştır.
Kumbahçe denilen yerde hiçbir taşın kalmamasına karşılık bugünkü askeri tesislerin arkasındaki tepede Saint Jean şövalyelerinden kalan gözetleme kulesi oldukça iyi durumdadır.

Kale
Günümüzde Bodrum’un simgesi konumundaki kale, iki liman arasında üç tarafı denizle çevrili kayalık bir yarımada üzerinde yer almaktadır. Bodrum’un 1402’de Rodos Şövalyeleri tarafından ele geçirilişinden hemen sonra başlanan kalenin ilk duvarlarını Alman Mimar Heinrich Sclegelhold (1415-1437) yapmış, onu izleyen yıllarda ise kale yenilenmiştir.
Halikarnassos’ta bir deprem sonucunda yıkılan Maussollos’un mezar anıtının taş blokları, heykelleri, kabartmaları, mimari parçaları bu kalenin yapımında kullanılmıştır.
Kareye yakın bir plân düzenindeki kale, yaklaşık 180x185 ölçüsünde olup, en yüksek yeri deniz seviyesinden 47.50 m. yükseklikteki Fransız Kulesidir. Bu kulenin yanı sıra 1480’de John Candali İngiliz Kulesi’ni, Angelo Musvettola 1436’da İtalyan kulesini yapmış, onları Alman ve Yılanlı Kule izlemiştir. Burada yaşayan Saint Jean Şövalyeleri deniz yönünden gelecek bir hücuma karşı kendilerini güçlü kılmak için kara yönünü çift taraflı kalın duvarlarla takviye etmişlerdir. Kaledeki son değişikliği de Grand Master Pierre d’Aubusson 1476-1503’te yapmıştır.
Bodrum Kalesi 1964’te Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi adı ile ziyarete açılmıştır. Sualtı arkeoloji ve araştırmalarında ele geçen eserlerin oluşturduğu zengin bir müzedir. M.Ö.IV.-III.yüzyıllara tarihlendirilen Knidos, Rodos, istanköy amforaları, Serçe Limanı kazısında çıkarılan Bizans batığı (m.S. XI.yüzyıl), Loryma antik kenti yakınlarında bulunan Cam batığı (M.S.XI.yüzyıl), Yassıada batıkları (M.Ö.XIV-M.S.XI.yüzyıl), M.S.VII.yüzyıl batığı, sikke ve mücevher örnekleri, geç miken devri eserleri ile camlar müzedeki belli başlı eserlerdir.

Maussoleum
Karya satrabı Maussollos’un ölümü üzerine (M.Ö.353) eşi Artemisia , bir anıt mezar yaptırmak istemiş, bu nedenle de çağın ünlü mimar ve heykeltraşlarından Skopas, Pityos, Timetheus, priaxıs, leochares’i Halikarnassos’a çağırmıştır.
Antik çağın bu ünlü sanatçılarının el birliğiyle yaptığı çalışmalar sonunda, Pilinius’un da belirttiği gibi dünyanın yedi harikasından biri olarak tanımlanan Mausolleum meydana gelmiştir. Artemisia bu anıtın tamamlanışını göremeden, eşinin ardından (M.Ö.351) ölmüştür.
Maussolleum’un yapımından Vitrivius, Pilinius gibi tarihçiler de söz etmişlerdir. Priene Athena Tapınağı’nın mimarı Pytheos bu anıtın yapımını üstlenmiştir. Ayrıca anıtı süsleyen kabartmalar ve heykelleri çağın ünlü sanatçıları olan Leochares, Bryaxis, Skopas ve Timotheos tarafından yapılmıştır. Anıtın tepesinde yer alan dört atlı arabayı da mimar Pytheos yapmıştır. Massollous anıtı dikdörtgen pl3an düzeninde üst üste dört bölümden yapılmıştır.
B.İskender Halikarnassos’u ele geçirdiğinde bu anıt karşısında hayran kalmış, tüm kenti yakıp yıktığı halde onun korunmasını istemiştir. B.İskender’de n yıllarca sonra 1402’de Halikarnassos’a gelen Rodos şövalyeleri bu görkemli anıtı yıkarak mermerlerinden, heykellerinden, mimari parçalarından yararlanarak Bodrum Kalesini yapmışlardır. Bu yıkımdan arta kalanları ise şiddetli bir deprem yok etmiştir.. Geriye kalan taşlar da yine kalede onarım için kullanılmıştır.
Danimarkalı Prof.Kristiyan Jeppesen 1966’dan beri Mausolleum anıtının bulunduğu yerde bilimsel kazıları sürdürmekte, ortaya çıkan buluntuları aynı yerde sergilemektedir. Kalıntı ve buluntular, antik çağ tarihçilerini doğrulamaktadır. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne bağlı bir birim olarak işlevini sürdüren bu yer günümüzde bir açık hava müzesidir.

Tiyatro
Halikarnassos’un tiyatrosu Göktepe’nin güney yamacında, karayolunun kenarındadır. Anadolu’nun en eski tiyatrolarından biri olan bu tiyatro, Maussollos döneminde, yumuşak ana kaya oyularak yamaca yaslandırılmıştır. Cavea’nın ortasından geçen diazoma oturma kademelerini ikiye ayırmış, bunlardan altta kalan kısım günümüze oldukça iyi durumda gelebilmiştir. Oturma kademeleri üzerinde görülen isimler tiyatronun yapımında katkısı olan kişileri tanıtmaktadır.
Orkestra’da oturma sıraları önünde bulunan sunağın, oyunlardan önce Dionysos’a kurban kesildiğini göstermektedir. İnce uzun, dikdörtgen planlı Skene (sahne binası) değişikliğe uğramasına karşın, günümüze yine de iyi durumda gelebilmiştir. 

Hamaxia

Alanya'nın 6 km. kuzey batısındaki Elikesik Köyü'nde, Hamaxia kenti, antik Pamphylia Bölgesi sınırları içerisindedir. Halk arasında Sinekkalesi olarak bilinmektedir.
Antik Çağın meşhur coğrafyacısı Strabon Hamaxia kentinden, gemi yapımında kullanılan kerestenin elde edildiği, özellikle sedir ağaçlarının bol olduğu bir yer olarak söz etmektedir. Kentin Roma öncesi iskan edildiği sanılıyor.
Hamaxia kentinin en üst noktada yer alan rektogonal taşlarla yapılmış kule olması olası yapıda Hellenistik Dönem özellikleri görülmektedir. Kentteki en önemli kalıntılar olarak; antik bir çeşme ile önündeki havuzu, yarım daire planlı, oturma sıraları halen görülebilen yazıtlarla donatılmış geniş bir eksedrayı, dini yapı komleksini ve nekropolü sayabiliriz.
Hamaxia kentinde bulunan bazı yazıtlarda Hermes'in amblemi Kaduceus'un işlenmiş olması, burada Hermes'e ait bir tapınağın varlığını göstermektedir. Alanya Müzesi'nde sergilenmekte olan kabartmalı bir mezar steli ostoteklerin önemli bir bölümü Hamaxia'da bulunmuştur. Kentin İ.S.100-200 yılları arasında zengin olmayan küçük, Coracesium'a bağlı bir topluluk olarak yaşamını sürdürdüğü biliniyor. Kalıntıların önemli bir bölümü Roma ve Bizans Dönemine aittir

Hasankeyf


Hasankeyf tarihi ile ilgili genel bilgiler
Hasankeyf’in ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmiyor.Ancak şehir ve etrafındaki binlerce mağara insanların buraya çağlar öncesinden yerleştiğini gösteriyor.
Hasankeyf, insanlığın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Mezapotamya bölgesinde yer almaktadır. Hem içinden Dicle nehrinin akıp gitmesi, korunmaya müsait coğrafi yapısı, mesken olarak kullanılan binlerce mağarası hep dikkatleri çekmiş ve çağlar boyunca stratejik önemini korumuştur. Yekpare taştan meydana gelen kalesi nedeniyle “Hısn Keyfa” adını almıştır. Ancak başka isimler de kullanıldığı bilinmektedir.

ANTİK DÖNEMDE HASANKEYF
Milattan önceki dönemlerde Hasankeyf’in ne gibi tarihi gelişmelere sahne olduğu, kimlerin burada hüküm sürdüğü tarihin karanlık sayfalarından biridir. Bu konuda yazılı herhangi bir kaynak bulunmamaktadır. İleride yapılacak arkeolojik çalışmalar bu konuya ışık tutacaktır. Yalnız Mezapotamya bölgesine hakim olan kavimlerin en gözde yerlerinden birinin Hasankeyf olduğunu söylemek mümkündür.

BİZANS DÖNEMİNDE HASANKEYF
Miladi ilk asırlarda Hasankeyf, Bizanslılarla Sasaniler arasında el değiştirmiş. Zaman zaman Bizanslıların zaman zaman da Sasaniler’in elinde kalmıştır. Miladi dördüncü asrın ortalarında Hasankeyf’e sağlam bir kale yapan Bizanslılar, hemen hemen burayı bir daha Sasaniler’e hiç kaptırmamışlardır. Bizansın hakimiyeti Müslümanların burayı elegeçirdiği 7. Asrın başlarına kadar sürmüştür.

İSLAM DÖNEMİNDE HASANKEYF
Müslümanlar burayı ikinci halife Hz.Ömer döneminde M.638. yılında fethettiler. Halifeler döneminin ardından sırası ile Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar buraya hakim oldu.
Hasankeyf, tarihi önemini Artuklular’ın M.S.1101 yılında buraya hakim olması ile kazandı. Bu tarihten itibaren o günkü ismi ile HISN KEYFA, ortaçağın önemli şehirlerinden biri oldu.
Kuzeyden güneye kıvrılıp giden Dicle nehri üzerinde yer alması ve o günlerde ticaretin önemli bir kısmının nehir yoluyla yapılması nedeniyle Hasankeyf, ticaret ve ekonomik olarak da gelişti.
Hasankeyf’i Artuklular’dan alan (M.1232) Eyyubi Kürtleri, henüz bölgeye tam hakim olamadan Moğol istilası ve harabiyeti ile karşılaştı. Bircok yerleşim yeri gibi burası da altüst oldu.
Kürt Eyyubiler, Moğol şokunu atlattıktan sonra 14. Asrın başlarından itibaren Hasankeyf’i yeniden imar etmeye başladı. Özellikle bugün Hasankeyf’te bulunan birçok eserde imzası bulunan Eyyubiler’in, Sultan Süleyman zamanında bu imar faaliyeti zirveye ulaştı. Hasankeyf, Eyyubiler zamanında tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaşadı.
Nihayet Osmanlılar’ın gücüne karşı direnemeyen, Safeviler’in baskıları ve iç hesaplaşmalarla iyice yıpranan Eyyubiler, 1515 yılında burayı Osmanlılar’a bıraktı. Bu tarihten itibaren şehir tarihi önemini kaybederek günümüze geldi. Ancak bütün ihmallere ve tabii tahribata rağmen birçok eseri günümüze ulaştırdı. Şimdi burada kısaca bu eserlerden bazılarına değinelim;

KALE
Kalenin eski çağlardan beri bir iskan yeri olarak kullanıldığı mağara yapılardan anlaşılmaktadır. Ancak kale olarak kullanılmaya başlanması Bizanslılar dönemine rastlamaktadır.
Yekpare taştan olması nedeniyle çok korunaklı olması, üzerinde birkaç tarihi eserin olması, gizli yollarla nehre inilmesi ve kaleye çıkan yol üzerindeki zarif, muhteşem taş kapısıyla dikkatleri çekmektedir.
Kaleye doğudan merdivenli bir yolla ulaşılmaktadır. Bu yolun hemen başında bulunan oyma taşlardan yapılmış Eyyübilere ait olduğu üzerindeki kitabeden anlaşılmaktadır. Bu yolun üst tarafında da kısmen harap olmuş diğer bir kapı yer almaktadır.
Kalenin kuzeydoğu ucunda dev bir kule gibi yükselen Küçük Saray yer almaktadır. Ayrıca kalede Ulu Cami, Büyük Saray yer almaktadır. Bu eserlerle ilgili bilgi verilecektir.
Kalenin dikkate değer özelliklerinden biri de, gerek Artuklular gerekse Eyyübiler döneminde buraya su çıkarılmış olmasıdır. Asırlarca kale bu su ile hayat bulmuş. Bu suyun kesildiği olağanüstü zamanlarda kalenin kuzeyinde yer alan merdivenli yollarla nehirden su alınmış.
Kalenin tarihlerde silah zoru ile ele geçirildiği yazılmıyor.

KÖPRÜ
Tarihi kaynaklarda köprünün 1116 tarihinde Artuklu Fahrettin Karaaslan tarafından yapıldığı yazılı. Ancak Hasankeyf 638 yılında Müslümanlarca fethedildiği sırada bir köprüden bahsedilmektedir. Bu nedenle köprünün antik bir temel üzerinde yapılmış olması ihtimal dahilindedir.
Kemer açıklılkları itibariyle ortaçağda yapılan taş köprülerin en büyüğüdür. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık 40 metredir. Doğu ve batıdaki küçük kemerler dışındaki ortadaki büyük kemerler tamamen yıkılmış durumda.
Araştırmalara göre köprünün en büyük kemerin ortası ahşaptandı. Düşman şehre saldırdığı zaman bu ahşap kısım yerinden kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirdi. Bu özellik köprünün ömrünü kısaltmış.
Köprünün önemli özelliklerinden biri de orta ayakları üzerinde yer alan ve on iki burcu simgelediği tahmin edilen figürlerdir. Bir ikisi dışında tahrip olmuş ve şekil olarak he ifade ettikleri anlaşılmaz hale gelmiştir. Köprünün ne zaman yıkıldığı da bilinmemektedir.

EL-RIZK CAMİİ
Dicle nehrinin doğusunda köprü ayağına yakın bir mevkide yer alır. Portal girişindeki kitabeden eserin, 1409 yılında Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır.
Bugün camiden sadece minare sağlam kalmış. Kısmen yıkılmış portal giriş kapısında yer alan kitabenin altında bitkisel süsler arasında Allah’ın doksan dokuz ismi yazılmış. Camiin önemli özelliklerinden biri de cami minaresinin çift yollu olmasıdır.

SULTAN SÜLEYMAN CAMİİ
Minare şerefeden itibaren bilinmeyen bir tarihte yıkılmış. Minare, kuşaklara ayrılmış, kuşaklar farklı bitkisel süslerle bezenmiş.

KOÇ CAMİİ
Sultan Süleyman Camii doğusunda yer alır. Genel özelliklerinden, alçı süslemelerinden Eyyübiler’e ait olduğu tahmin edilmektedir. Yer yer sökülmesine rağmen Hasankeyf’te en canlı alçı süslemelere sahip bir eserdir. Kitabesi olmadığından kesin olarak kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir.

ZEYNEL BEY TÜRBESİ
Kısa bir süre Hasankeyf’te hakim olan Akkoyunlular’a ait tek eserdir. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’e ait olduğu üzerindeki kitabeden anlaşılmaktadır.

KALEDEKİ ULU CAMİ
Eyyubiler’in Hasankeyf’teki ilk eseridir. 1325 yılında bir kilise kalıntısı üzerine inşa edilmiş. Yapı gibi minaresi de genellikle moloz taşlardan yapılmıştır. Minarenin kuzeyinde bulunan alçı süsleme ve kitabe dikkate değer. Cami minberinden günümüze ulaşan ahşap kitabe, yazısı ve oyma süsleri ile günümüze ulaşan nadir parçalardardan biridir.

KÜÇÜK SARAY
Kalenin kuzey-doğu ucunda bulunmaktadır. Saray, aşağıdan itibaren yontulmuş kaya kütlesi üzerinde inşa edilmiş. Eyyubilerin Hasankeyf’teki ilk eserlerinden biridir.
Kuzeye bakan cephedeki pencerenin üstünde iki aslan kabartması, bu kabartmaların ortasında kufi levhalar yer almaktadır. Sarayın kuzey ve batı cephelerinde alçı süslemelerin izlerine rastlamaktadır.

BÜYÜK SARAY
Kalenin kuzeyinde Ulu Camiinin altında yer almaktadır. Büyük ölçüde yıkılmış ve göçükler altında kalmıştır. Yapının en önemli özelliği, binadan bağımsız, giriş kapısının karşısında diktörtgen bir kulenin yükseliyor olmasıdır. Burası kesme taşlardan örülmüş, köprüden olduğu gibi taşlar madeni kromplarla birbirine kenetlenmiştir. Burasının gözetleme kulesi veya yıldırımlık görevi gördüğü tahmin ediliyor.
Hasankeyf’in Türk–İslam tarihi ve medeniyeti açısından önemli bir yeri vardır.
Hısnkeyfa olan bu şehrin adı “Kayahisarı” şeklinde tercüme edilir. Eski tarih ve kavimlerden bu tür kelimelerin anlamı “korunmaya musait” yer anlamına geldiği belirtilmektedir. Kalenin yekpare taştan olmasından dolayı çeşitli dillerdeki Hasankeyf ifadesi “Taş Kalesi” manasına gelmektedir.
Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu, şimdiye kadar karanlıkta kalmış, eldeki bilgi ve verilerin yeterli olmaması nedeniyle kuruluşu hakkındaki görüşler , bir ihtimal olmaktan öteye gitmemiştir. Şehrin jeopolitik yapısı, önemi ve mesken olarak kullanılan çok sayıdaki mağaraların, Hasankeyf’in çok eski bir yerleşim merkezi olduğunu gösterir. Hasankeyf tarihi antik döneme kadar dayanmaktadır.
Hasankeyf; Diyarbakır ve Cizre şehirleri arasında önemli bir kara ve su yolu güzergahında olup, savaşların olmaması ve ticaret yollarının burdan geçmesi bir yerde Hasankeyf’i kültürleri kavşak noktası haline getirmiştir. İran ve iç asya kültürleri , doğu Akdeniz, Mezopotamya, Roma ve Bizans kültürlerini barındığından, Romalılar, İran sınırını denetim altında tutabilmek için Hasankeyf’e kale inşa edilmiştir. Miladi üçüncü asırda İranlılar Mezopotamya yı ele geçirince Roma imparatoru Diyokletion harekete geçerek, bütün Mezopotamya ve Dicle nehrinin doğusundaki yerleri aldı. M.S. 633 yılında Hasankeyf’in Bizanslıların denetiminde olduğu ve 451 yılında Bizanslıların yaptırdıkları kale ve korunma amaçlı yapıtları ile şehrin denetimine müslümanlar tarafından feth edilene kadar sahip olmuşlardır. Hicri 17. yılda Hasankeyf islam orduları tarafından ele geçirilmiştir. Antik kent, sırası ile Emeviler ve Abbasiler döneminden sonra, Hamdaniler (906-990), Mervanıler (990-1096) denetiminde kalmış, daha sonra Artukoğulları eline geçmiştir. Artuklular, Türkmen sülalesinden olup, Hasankeyf’e en parlak dönemini yaşatmışlardır. Artukoğulları Hasankeyf ile beraber Diyarbakır, Mardin ve Harput’ta hüküm sürmüşlerdir. Selçuklu sultanı Alparslan ve Melikşah gibi değerli devlet adamlarının, ileri gelen komutanlarından Artuk, 1071 Malazgirt savaşından sonra bölgeyi Selçukluların hakimiyetine katarak Selçuklulara önemli bir katkıda bulunmuştur.
Artukoğlu Sökmen 1101 yılında Hasankeyf’i ele geçirip burada önemli tarihi eserler yaptırmıştır. Böylece Devlet İdaresinde yeniden bir yapılanmaya gidilmiştir. Göçebelik hayatından yerleşik sisteme geçilmiştir. Yönetimin halk kitlelerine dayanması, Artuklulara bağlı bölgelerde yarı müstakil bir hükümranlık anlayışı ile divanlar oluşturulmuştur. Haçlı akımlarına rağmen ilim, sanat ve kültürel sahada büyük çalışmalar gösterilmiştir. Darphaneler kurulup, devletin iktisadi yapısı hep canlı tutulmuştur. İlime ve ilim adamlarına büyük önem verilmiş, hasankeyf şehir kalesine su getirilerek önemli bir teknik deha yaratılmıştır. Mekanik alanda kitaplar yazılmış, makinalar, pompalar, fiskiyeler, su terazileri ve müsiki aletleri yapılmıştır.
1232 yılında Eyübi Sultanı El-Kamil El-Malik tarafından Hasankeyf ele geçirilmiştir. Ortaçağın ve şarkın en kuvvetli devletlerinden olan Eyyübiler Mısır, Süriye ve Yemende hüküm sürmüşlerdir. Böylece Eyyübi hükümdarlarının şehri ele geçirmeleri ile birlikte 130 senelik Artukoğulları dönemi sona ermiştir.
Selahaddini Eyyübiden sonra Eyyübiler bir çok emirliklere ayrılmış olup, Hasankeyf Eyyübi hükümranlığı da bunlardan biridir. Eyyübiler çok önemli eserler yaptırmış, ilim, sanat ve kültürel alanda miraslar bırakmışlardır. Özellikle mimari sahada faaliyet gösteren Hasankeyf Eyyübileri tarihteki yerlerini almışlardır. Moğol istilasından Hasankeyf’te nasibini almış,Moğollar burayı ele geçirilerek yağma ve tahrip etmişlerdir.
Eyyübilerden sonra Hasankeyf’e Akkoyunlular hakim olup, 15. y.y başına kadar hüküm sürmüşlerdir. 1473 yılında uzun hasan ve Fatih Sultan Mehmet arasında yapılan otlukbeli savaşında uzun hasan’ın oğlu zeynel bey şehit olmuş ve Hasankeyf’te dicle nehri kenarında gömülmüştür. Akkoyunlulardan sonra Hasankeyf İran Sefavilerin hakimiyetine geçmiştir. 1515 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in doğu seferi ile birlikte Hasankeyf Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Bu dönemde Hasankeyf çevredeki aşiretleri idare eden merkezi bir hanedanlık konumunda olup, buna paralel olarak iktisadi ve ticari yapıda büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde şehir nüfusunun 10.000. civarında olması ise Hasankeyf’in büyük bir yerleşim merkezi olduğu gösterir. Erken ortaçağ tarihi ve yapıtlarından anlaşıldığı üzere Hasankeyf’te kültür uygarlıkların kaynaştığı, yerleşik halkın, 7000. civarındaki yazları serin kışları sıcak olan ve ortaçağ şartlarında çok modern ev olan mağaralarda hayatlarını sürdürdükleri anlaşılmaktadır.
Hasankeyf adının kaynağı

Ortaçağ İslam tarihçileri tarafından ''HISN KEYFA” adıyla bilinen şehrin birkaç adının daha olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılıyor. Doğal kayalardan oluşan sarp kalesi ve korunmaya elverişli coğrafi yapısı nedeni ile bu aldığı sanılıyor. İslâm coğrafyacısı Yakut el-Hamevi, buraya Hısn Keybâ da dendiğini ve bunun Ermenice’den geldiğini sandığını söyler. Roma tarihçileri buraya Kipas, Cehpa veya Ciphas adlarını vermişlerdir. Süryanice’de kaya taş manasına gelen “kifa” kelimesinden dolayı bu adın verildiği de söylenmektedir. İslami kaynaklara göre burası “Hısn Luğûb” adıyla biliniyordu. Osmanlı belgelerinde ise “Hısnkeyf” olarak geçmektedir.

ARTUKLULAR DÖNEMİ
Artuklular, M. 1101 yılında buraya sahip olup merkez edindiler. Selçuklu sultanı Melikşah'ın komutanı Artuk'un oğlu Sökmen bu tarihte Hasankeyf’e yerleşerek Hasankeyf Artukluları'nın temelini attı. M. I232 tarihine kadar burada ve Amed (Diyarbakır) deki hakimiyetleri sürdü. Buraya hükmeden Artuklu hükümdarlarından Rükneddin Davut b. Sökmen (1112-1144) ile yerine geçen oğlu Fahreddin Karaaslan ( 1144-1167) yılları arasında yöreyi yönetti.

Diyarbakır (Amed)’ın 1183 Salahaddin Eyyubi tarafından alınıp Hasankeyf Artuklularına vermesiyle Artuklular Diyarbakır’a yerleştiler. Artuklular bu tarihten yıkılışa kadar (1232) Hasankeyf’i temsilcileri aracılığıyla Diyarbakır'dan idare ettiler. Bu gelişme Hasankeyf’in stratejik önemini gerilettiği gibi mimari gelişmesini de aksatmıştır.

EYYUBİLER DÖNEMİ
Eyyubi Kürtleri, 1232 yılında Hasankeyf’i aldıklarında burayı bayındır bir şehir olarak buldular. Ancak ilk etapta gerek siyasi gerek mimari açıdan atak olmadılar. 1260'lı yıllarda Moğollar'ın bölgeyi harap etmesi Hasankeyf’i de etkiledi. İlk etapta Hülagu'nun katına çıkan Eyyubi sultanı Takyeddin Abdullah (1249-1294) Hasankeyf’i harap olmaktan kurtardı. Hükümdarın Eyyubi neslinden geldiğini öğrenen . Hülagu ona iltifat eder ve tüm ülkesini ona bağışlar.

1301 yılında Hülagu'nun yerine geçen oğlu Gazan komutasındaki Moğollar, bölge ile beraber bu sefer Hasankeyf’i de harap etti. Hasankeyf Moğol istilasından çok kötü etkilendi. Eyyubiler, Moğol şokunu üzerlerinden atar atmaz Hasankeyf’i yeniden imar etmeğe başladılar. Bugün Hasankeyf’te mevcut birçok eserde imzası bulunan El Melik El Adil Sultan Süleyman (1378-1432) zamanında bu imar faaliyetleri zirveye ulaştı.

Bu sultandan sonra Hasankeyf’te duraklama dönemi başladı. Hükümdarların iç çatışmaları, bölgedeki güçlü devletlerin etkisi altında olmaları, hem onları hem Hasankeyf’i zor durumda bıraktı. Akkoyunluların (1461-1482) Hasankeyf’e tamamen hakim olması Eyyubiler'in gücünü iyice kırdı. 1482 de burayı tekrar ele geçiren Kürt Eyyubiler bu sefer Safeviler'in baskısı ile karşı karşıya kaldı.

Osmanlılar 1515 yılında bölgeyi İdris-i Bitlisi'nin gayretleri ile ele geçirince, burası da Safavilerden alınarak Osmanlı hakimiyetine geçti. Ancak yerel yönetim yine Eyyubilere bırakıldı. Eyyubilerin bu zorluklarla beraber saltanat kavgası içine girmesi sonlarını hazırladı. 1524'te son Eyyubi hükümdarı Melik Halil’in saltanattan çekilmesiyle Eyyubiler tarihe karıştı.

Kale'deki Ulu Cami, El-Rızk Camii, Sultan Suleyman Camii, Kızlar Camii, İmam Abdullah Zaviyesi, Kale kapıları ve Küçük Saray olmak üzere, Hasankeyf'te günümüze kadar ulaşabilen eserlerin önemli bir bölümü Eyyubiler'e ait.

OSMANLILAR DÖNEMİ
Hasankeyf’in içinde bulunduğu bölge Osmanlıların eline geçince, Diyarbakır eyalet merkezi kabul edilmiştir. Hasankeyf bu idari düzenlemeye göre liva (sancak, kaza) merkezi olmuştur. Osmanlı kayıtlarına göre 16. asırda şehir gelişmiş, 10 000’e yakın bir nüfusu barındırmıştır. Bu sıralarda Hıristiyan nüfusu oranı yüzde 60'ı bulmaktadır. Osmanlı döneminde, Hasankeyf’in idari sınırlarının bir hayli geniş olduğu anlaşılıyor. Bugünkü Batman’ın tümü ile Siirt ilinin (merkez dahil) önemli bir bölümü ve Mardin’in Midyat, Dargeçit, Ömerli ilçeleri Hasankeyf’e bağlanmıştı.
Ancak buranın idari ve stratejik önemi zamanla azalmıştır. 19. yüzyılın ortalarına geldiğimizde Hasankeyf, Midyat ilçesine bağlı bir nahiye konumuna gerilemiştir. Cumhuriyete kadar bu durum devam etmiştir.

CUMHURİYET DÖNEMİ
Hasankeyf, cumhuriyet ile beraber Mardin’in Midyat ilçesine bağlı bir bucaktı. 1926 yılında Gercüş’ün ilçe yapılması ile buraya bağlanmış. 1990 yılına kadar idari statüsü böyle devam etmiş, 1990 yılında Batman’ın il olması ile Hasankeyf de ilçe yapılarak buraya bağlanmıştır.

Hasankeyf, insanlık tarihinin çok önemli yerleşim yerlerinden biri olmasına rağmen son 20-30 yıla kadar pek dikkatleri çekmedi. Paha biçilmez kültürel değerine rağmen hep ihmal edildi. 1970’li yıllardan itibaren ILISU Barajı projesi ile birlikte gündeme geldi. Hasankeyf’in sular altında kalmaması gerektiği, gerek ulusal bazda, gerekse uluslararası düzeyde dile getirildi. Hasankeyf’in kurtarılması yönündeki çabalar 2003 yılında sonuç verdi. O zamanki Başbakan, Hasankeyf’i kurtaracaklarını kamuoyuna duyurdu. Bu tartışmalar nedeniyle Hasankeyf, kimi ülke gündemini işgal etti.

Öte yandan Hasankeyf’teki kültür varlıkları, içinde bulundukları şehir ile birlikte 1981 yılında Kültür ilgili birimlerince koruma altına alınarak SİT alanı ilan edildi. 1986 yılından itibaren de arkeolojik kazılara başlandı. Bu kazılar halen devam etmektedir.

Hem Sit alanı olması, hem de baraj suları altında kalacak düşüncesi, ilçenin gelişimini engelledi. Son yıllarda Türkiye’de yapılan araştırmada bütün tarihi zenginliğine rağmen ülkenin en geri, fakir üç ilçesinden biri oldu.

İlçe, ekonomik olarak gerilediği gibi, nüfus olarak da gerilemiştir. Bölgedeki son 15-20 yıldaki olağanüstü durumlar da eklenince bu gerileme dramatik bir duruma gelmiştir. 2000 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre ilçenin toplam nüfusu 7500’ün altında kalmıştır.

KÖPRÜ
Köprünün üzerinde herhangi bir kitabe olmadığından kesin yapılış tarihi bilinmiyor. Köprünün Artukkular'a ait bir eser olduğunu ileri süren kaynaklar vardır. Ancak bu bilgiler kesin değildir. Hasankeyf'in Müslümanların eline geçmesini anlatan bir kaynakta burada açılıp kapanan bir köprüden bahsedilir. Bu nedenle köprünün antik dönemlere ait olabileceği, veya antik temeller üzerine Artuklular tarafından yapılmış olabileceği olasılığı akla geliyor.

Kemer açıklığı itibarıyla Ortaçağ'da yapılan köprülerinin en büyüğüdür. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık 40 metredir. Ayaklar, akıntı tarafında üçgen, diğer tarafta da dairesel şekilde yapılmış. Ayakların dış cephesi kesme taştandır, bu kesme taşlar tek tek birbirine madenî kramplarla kenetlenmiş. Köprünün kemerlerinin de kesme taşlardan olduğu düşünülüyor. Şu anda yıkılmamış olan doğudaki kemer, hayret verici büyüklükteki kesme taşlardan örülmüştür. Batıdaki yıkılmayan kemer ise; kırılma noktasına kadar kesme taştan, ondan sonrası da yassı geniş tuğladan örülmüş.

Bazı kaynaklara göre, köprünün en büyük kemerinin orta kısmı ahşaptanmış. Düşman şehre saldırdığı zaman bu ahşap bölüm yerinden kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirmiş. Köprünün ilginç bir özelliği de orta ayakları üzerindeki figürlerdir. Tahrip oldukları için bu figürlerin ne anlam ifade ettikleri tam bilinemiyor.

Eyyubiler döneminde 1349 tarihinde köprü Melik Adil tarafından onarılmıştır. Ayrıca 15. asrın sonlarında Akkoyunlular zamanında da onarım gördüğü tarihî kayıtlardan anlaşılıyor. Ne zaman yıkıldığı ise bilinmiyor.

BÜYÜK SARAY
Kalenin kuzeyinde Ulu Camii'nin altında yer almaktadır. Büyük ölçüde yıkılmış ve göçükler altında kalmış. Kuzeye, nehre bakan cephesi yuvarlak payandalarla desteklenmiştir. Sarayın girişi bu cephenin ortasında yer alıyordu. Kuvvetli ihtimalle alt katı dükkan ve depolardan, üst katı ise meskenlerden oluşuyordu.
Yapının en önemli özelliği binadan bağımsız, giriş kapısının karşısında dikdörtgen bir kulenin yükseliyor olmasıdır. Burası kesme taşlardan örülmüş, köprü ayaklarında olduğu gibi taşlar madeni kramplarla kenetlenmiştir. Bu özelliğinden dolayı dibindeki kasıtlı tahribata rağmen kule yıkılmamıştır. Burası ya bir gözetleme kulesi ya da yıldırımlık görevi yapıyordu.

KALE'DEKİ ULU CAMİ
Eser 1325 yılında Eyyubi Muciruddin Muhammed tarafından yapıldı. Tarihi kayıtlardan buranın bir kilise kalıntısı üzerinde inşa edildiği anlaşılıyor. Giriş kapısının üzerindeki kitabeden, birbirine eklenerek yapılan mekanlardan eserin birçok değişikliğe uğradığı anlaşılıyor. Halen Hasankeyf Kazıevi’nde koruma altında olan minberin yan ahşap parçalarının üzerinde ''798 (1396) senesinde yaptı'' ibaresi yer almaktadır.

Minaresi ise cami gibi kısmen harap durumdadır. Moloz taşlar ile yapılan minarenin kuzey cephesinde alçı süsleme ve alçıdan yazılmış kitabe mevcut. Bu kitabeden minarenin 927/1520 tarihinde yapıldığı anlaşılıyor .

EL-RIZK CAMİİ
Dicle Nehrinin doğusunda köprü ayağına yakın bir mevkide yer almaktadır. Portal girişindeki kitabeden eserin Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından 811/409 tarihinde yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kitabenin orta kısmında bitkisel süslemelerin içine Allah'ın doksan dokuz ismi yazılmıştır.

Bu gün caminin asli yapımdan, sağlam olarak sadece minare kalmıştır. Minarenin üzerindeki süsler, Arapça Kufi yazılar hayranlık verecek kadar güzeldir. Minarenin en önemli özelliği de çift merdivenli olmasıdır.
Bugün avlunun güneyinde kalan duvar kalıntısı ise; caminin asıl ibadet mekanının giriş kapısını, sağda ve solda iki tane daha kapıyı içine almaktadır. Bu kapıların üstü çok güzel ayet yazıları ile süslenmiş; ancak bu yazılar büyük ölçüde harap olmuştur. Özellikle ortadaki kapının süslemeleri bitkisel motiflerle oyulmuş, taşları dikkate değerdir; ancak süslü taşların çoğu düştüğünden eserin bütünündeki güzellik kaybolmuştur.

SULTAN SÜLEYMAN CAMİİ

Cami minaresi kaidesinin doğu cephesinde yer alan kitabeye göre eserin 809/1407 yılında Eyyubi Kürtleri'nin Sultanı Süleyman tarafından yapılmış. Minare; bitişiğindeki avlu giriş kapısı, kapının güneyindeki çeşme özenle kesme taşlardan yapılmış ve süslenmiştir. Çeşme üzerindeki kitabeye göre burası yine Sultan Süleyman tarafından 818/1416 tarihinde yaptırılmıştır.
Yapının en dikkate değer bölümü minaresidir. Dikdörtgen olan minare kaidesinin her cephesinde birer Arapça kufi yazı yer almaktadır. Kaidenin üzerinde yükselen silindirik gövde şerefeye kadar dört kuşaktan oluşur. Her kuşak farklı şekilde süslenmiştir. Şerefeden yukarısı ise yıkılmıştır. Ne zaman ve nasıl yıkıldığı pek bilinmiyor. Şu anda minare gövdesinde yıkılma tehlikesi arz eden çatlaklar oluşmuştur.

Sultan Süleyman'ın mezarı, ibadet mekanına girerken eyvanın doğusunda yer alan odacıkta bulunmaktadır. Eser büsbütün harap ve sahipsiz olduğu için, bugün mezar olduğu nerede ise belli değildir. Caminin kubbesi ve kubbenin taçlandırdığı ibadet mekanının etrafı alçılarla dikkat çekici şekilde süslenmiştir.

Sultan Süleyman Camii güneyinde yer alır. Genel özelliklerinden ve alçı süslemelerinden Eyyubilere ait olduğu tahmin ediliyor. Yer yer sökülmesine rağmen; Hasankeyf’te en canlı alçı süslemelere sahip eserdir. Etrafındaki yapılardan bir külliye içinde yer aldığı anlaşılıyor. Kitabesi olmadığından kesin olarak hangi tarihte ve kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor .

KIZLAR CAMİİ
Koç Camii’nin hemen doğusunda yer alır. Kitabesi olmadığından yapılış tarihi ve kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Bu gün cami olarak kullanılan eserin aslında bir anıt mezar olduğu araştırmacılar tarafından ifade edilmektedir. Cami girişinin sağındaki köşede bulunan anıt mezarın kubbesi ve mezar kalıntıları halen mevcut diğer üç köşedeki mezar odaları ise tadile uğramıştır.
Yapının kuzey cephesi duvarı kısmen korunmuştur. Gerek cami girişi; gerekse pencere etrafındaki motifler, süslemeler aslî yapının ne kadar güzel olduğu konusunda insana fikir veriyor. Bu kuzey cephenin köşelerinde bulunan türbelerin duvarlarında bitkisel süslerle beslenmiş kufi yazı ile zarif bir şekilde besmele yazılmıştır. Yapının genel özelliklerinden Eyyubilere ait olduğu tahmin ediliyor.

İMAM ABDULLAH ZAVİYESİ

Betonarme köprünün batı yakasındaki tepecikte yer almaktadır .Bazı rivayetlerden; buranın Hz. Peygamberin amcası Cafer-i Tayyar'ın torunlarından İmam Abdullah'a ait olduğu anlaşılıyor. Sultanı Takyeddin Abdullah (1249-1294) zamanında bir hizmetçi, rüyasında İmam Abdullah’ın bu civarda şehit düştüğünü görüyor. Sultanın izin vermesi ile yapılan araştırmada merhumun naaşı tespit edilerek defnediliyor. Eserin ayakta kalan tek bölümü kubbeli mezar kısmıdır. Kubbenin etrafındaki külliye bölümleri tamamen harabe olmuş, kubbenin bitişiğindeki kule biçimindeki minare de kısmen harap olmuştur. Kubbenin girişinde yer alan kitabede yapının 878/14 78 tarihinde Akkoyunlular tarafından tamir edildiği ifade ediliyor.Halen Diyarbakır müzesinde koruma altında bulunan göz kamaştıran oyma ahşap kapı, orijinal hali ile günümüze ulaşan birkaç ahşap parçadan biridir.

KALE KAPISI
Doğudan kaleye çıkan merdivenli yolun başlarında yer alır. Üzerindeki kitabeden 820/1416 Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. 580 yıldır ayakta kalabilen kapıda, dayandığı kayaların çökmesi nedeni ile tehlikeli çatlaklar oluşmuştur. Yıkılmaması için acilen tedbir alınması gerekir. Kapının ön cephesi kesme taşlardandır. Buna karşılık arka cephesi eklentilerle beraber molozlardan yapılmıştır. .Muhtemelen arka cephede muhafızlar için yerler vardı. İkinci kapı olarak bilinen bu kapının hemen altında 8-10 yıl öncesine kadar bir kapı daha vardı. Bu kapının iki kenarında iki aslan kabartması oyulmuş süslü taşlar mevcuttu. Yıkılan bu kapının bazı taşları Hasankeyf Kazıevi’nde koruma altındadır.

Doğudan kaleye çıkılan yolun üst taraflarında da üçüncü bir kapı daha yer almaktadır. Kapı üstten harap olmuştur. Gerek ön cephesinde gerekse yan cephesinde dikdörtgen levhalar içinde yazılar yer almaktadır. Alınlığın üstünde bir kitabe olduğu anlaşılıyorsa da; tahrip olmuştur. Bazı özelliklerinden dolayı Eyyubilere ait olduğu tahmin ediliyor.

KÜÇÜK SARAY
Kalenin Kuzey-Doğu ucunda bulunmaktadır. Kayalar aşağıdan itibaren saraya uygun bir şekilde yontulduğu için dev bir kule görünümünü arz etmektedir. Tarihi kaynaklardan 1328 yılında Eyyubi Muciruddin Muhammed tarafından yapıldığı anlaşılıyor.

Hasankeyf’teki birçok kubbe ve tonoz yapılarda olduğu gibi, bu sarayın tonozu da; bol harcın içine gömülmüş çanak-çömleklerden yapılmıştır. Kuzeye bakan cephedeki pencerenin üstünde iki aslan kabartması, bu kabartmaların ortasında da kufî levhalar yer almaktadır. Tarihi kayıtlardan sarayın duvarlarının göz alıcı bir şekilde süslendiği, altın harflerle yazılar yazıldığı anlaşılıyor. Ancak; bu yazılar tamamen silinmiş veya sökülmüştür .

ZEYNEL BEY TÜRBESİ
Daha önce ifade edildiği gibi, Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim olmuşlardır. Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey Türbesi'dir. Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, buranın Zeynel Bey'e ait olduğu ifade ediliyor.

Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder .Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta ''ALLAH'' , ikinci ve üçüncü kuşaklarda baş kısmında “AHMET'' devamında ise ''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici bir şekilde yazılmıştır.

Hem kapı hem de güneydeki pencere aynı renkteki sırlı tuğlalar kullanılarak süslenmiştir. Yapının birçok yerinde, bu sırlı tuğlaların söküldüğü, kasıtlı bir tahribatın yapıldığı göze çarpıyor.

Üst kubbesinde aynı tarzda süslerin izleri hala mevcuttur. Üst kubbedeki çatlakların gittikçe açıldığı ve yıkılma tehlikesi arz ettiği görülmektedir.

HASANKEYF KALESİ
Kalenin iskan yeri olarak kullanılması, milattan önceki binlerce yıla dayandığı söylenebilir. Bu konuda kesin bir tarih tespit edecek hiçbir bilgi ve bulguya sahip değiliz. Kale haline dönüştürülmesi M.S. 363 yılında olmuştur. Bu tarihte Bizanslılar; Sasanilere karşı Hasankeyf’e bir kale yapmış ve sınırlarını koruma altına almıştır.

Kale bütünü ile tabii kayalardan oluşmuştur. Biri doğuda biri batıda olmak üzere iki merdivenli yol ile buraya ulaşılmaktadır. Doğudaki yol hayli geniş, moloz taşlarla döşenmiş ve aralıklarla yapılan kapılarla tutulmuştur. Bu kapılardan biraz önce söz etmiştik.

Kalenin kuzeyinde kayalara oyulmuş, tamamen gizli ama şimdi tabii yıkılmalar sonucu kısmen ortaya çıkmış iki merdivenli yol bulunmaktadır. Normal yollarla kaleye su çıkarılamadığı dönemlerde kale sakinleri bu merdivenli yollarla Dicle'den su ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Bu merdivenlerdeki tabii yıkılmalara bakılırsa antik dönemlere ait olabileceği ihtimali akla geliyor.
Kaleden daha yüksek mevkilerde yer alan membalardan zaman zaman yerlere toprak künkler yerleştirilerek; zaman zaman da kayalar oyularak su, kaleye ulaştırılmıştır. Kalenin dikkat çeken bir özelliği de; buraya gerek Eyyubiler, gerekse Artuklular döneminde kaynak suyu çıkarılmış olmasıdır.

Uzundere Köyü'ne gidilirken kalenin bir km. ilerisinde yolun sağındaki kayalarda oyulan su yollarının izleri açık bir şekilde görülmektedir. Yıkılmayan yerler incelendiğinde; kayalardaki bu su yollarının tamamen gizli olduğu anlaşılmaktadır. Sular cazibe ile kalenin kuzeyinde yer alan büyük havuza (depoya); oradan da açılan kanallarla kalenin her tarafına ulaştırılmıştır.

Artuklular döneminde hangi hükümdarın kaleye su çıkardığını bilemiyoruz. Buna karşılık Eyyubilerden Küçük Sarayı yapan Muciruddin Muhammed'in 1328 yılında kaleye su çıkardığını kaynaklardan öğreniyoruz. Hatta kalede bu tarihten sonra ağaçların ve ekinlerin ekildiğinden bahsedilmektedir. Kaledeki Ulu Cami güneyinde, 100 metre ilerde hamama benzeyen yapılar mevcuttur. Bu da kaleye bol miktarda suyun çıktığını göstermektedir. Hamamın bu günkü halinden daha sonraları kumaş dokuma atölyelerine dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır. Kalede yapılacak bir araştırmada, buna benzer bir çok kumaş dokuma atölyesi olduğu görülecektir.

Ulu Cami güneyinde geniş bir meydan vardır. Meydanın doğusu Büyük Saray kalıntılarına kadar mezarlığa dönüştürülmüştür. Kaynaklardan bu mezarlıkların yerinde, kale kapısına bakan noktada Eyyubiler döneminde bir büyükçe Eyvan yapıldığı anlaşılıyor. Gerçekte bu mevkide büyük taşlarla yapılmış duvar kalıntılarına rastlanmaktadır. Kale, tabii kayalardan oluşmasına rağmen, her tarafında burç izine rastlanmaktadır. Şüphesiz bunların amacı, kaleyi düşman saldırılarından korumak değildir. Herhalde kale sakinlerini düşme tehlikesinden korumak için bu burçlar yapılmıştır.
Tarihlerde buranın silah zoru ile ele geçtiği yazılmıyor. Yalnız; Moğollar döneminde şehir gibi, kale de harap edilmiştir. Kuzeyi Dicle ile çevrili kalenin, diğer taraflarında derin yarıklar vardır. Kuzeyden geniş olan kale, güneye gittikçe daralmaktadır. Kaledeki evlerin çoğu, oyulmuş mağaralardan oluşuyor. Genellikle bir-iki odadan ibarettir. Bir kaç odadan ibaret geniş olanları da vardır. Büyük Saraya doğru giderken sağda bulunan Cami'u-l Harap'ta, sonradan oraya konduğu anlaşılan bir kitabe parçası vardır. Kısmen aşındığı için okunmuyor.

KÜÇÜK KALE
Halk arasında küçük kale olarak bilinen ve kalenin doğusunda yer alan kaya kütlesi bir zamanlar darphane olarak kullanılıyordu. Artukulular ve Eyyubiler döneminde burada paralar basılmıştır. Bu paraların örnekleri özellikle Mardin müzesinde mevcuttur. Moğol harabiyetinden sonra Eyyubiler bir müddet burayı mesken olarak da kullanmışlardır. Buraya kale kapısı karşısındaki bir merdivenle çıkılıyordu. Merdiveni taşıyan kaya kütlesinin kısmen çökmesi ile bugün merdivenle darphaneye çıkmak mümkün değildir . Darphanenin güneyi, sekiz metre genişliğinde, 10-12 metre derinliğinde oyulduğu için darphaneye çıkmak mümkün olmamaktadır.

Orada yaptığımız incelemede mesken olarak kullanılan evlere, su havuzuna, su kanallarına, sarnıçlara ve değişik amaçlarla kullanılan mağaralara rastladık. Ayrıca küçük kaleyi çevreleyen burç kalıntılarına da yer yer rastlanıyor. Özellikle kale zaman zaman da darphane define arayıcılarının tahribatına uğruyor. Bir şeyler olduğu tahmin edilen her yer kazılmıştır. Kalenin, şehirdeki tarihi eserlerle birlikte koruma altına alınıp, tahribata son verilmesi gerekmektedir.

ŞEHİR
Kale dışında da geniş bir alanın iskan yeri olarak kullanıldığı bu günkü kalıntılardan anlaşılmaktadır. Kaleyi doğudan baştan başa çevreleyen büyük yarık (Şa'bülkebir) Hasankeyf’ in en yoğun iskan yerlerinden olduğu hem tarihi kayıtlardan; hem de bol sayıdaki mağaralardan anlaşılıyor.

Küçük sarayın doğudaki penceresinden bakıldığında güneydoğu istikametine uzanan küçük yankın (Şa'büssağir) iki taraflı meskenlerle doludur. Yukarı doğru gittikçe yarık daralmakta bir noktada mağara evler sona ermektedir. Şehrin güneyinde yer a1an kaya kütlesinin şehre bakan cephesi de ev olarak kullanılan yüzlerce mağara ile doludur. Bu mağaralar silsilesi Salihiyye yolu üzerindeki şelale mevkiinden güneye doğru kıvrılarak uzanmaktadır. Burada da yüzlerce mağara ve terkedilmiş onlarca su değirmeni kalıntıları vardır.

Salihiye Bahçelerinin en doğusundaki kaya kütlesi zirvesinde iki kattan oluşan bir kaç odadan ibaret kral kızı sarayı vardır. Burasının zamanında seyir amacı ile kullanıldığı anlatılmaktadır . Salihiye bahçelerinin doğusunda yüzlerce mağara yapıları mevcuttur . Bunların arasında sosyal amaçlı kullanılan (han gibi) mağaralara da rastlanıyor.

Dicle'nin karşı kıyısında, Kure köyünün bitişiğindeki bölgede iki üç katlı oldukları tespit edilen yapılar mevcuttur.
Ayrıca kalenin batı ve güneyini çevreleyen yarıklarda da yoğun olmasa da mesken amaçlı bir çok mağaraya rastlanıyor. Şehrin iskan edilen yerleri şüphesiz bu kayalara oyulmuş evlerden (mağaralar) ibaret değildir. Şimdiki mevcut şehrin tümü orta çağda da iskan yeri olarak kullanılıyordu. Hatta şehir merkezinden bir iki Km doğusuna kadar, oradan nehre ininceye kadar geniş bir alanın mesken olarak kullanıldığı bu günkü izlerden anlaşılıyor.
Kaleye su çıkaran Artuklu ve Eyyubiler şehre de kanallar vasıtası ile su getirmişlerdir . Şehre gelen su kanallarından biri ''Ziha'' vadisinden geliyordu. Muhtemelen şimdi Salihiye bahçelerini sulayan membadan ve bu gün kullanılan kanallarla şehre su taşınıyordu. Diğeri ise Akyar (Mervani) Köyü yakınlarından başlayarak Üçyol köyü boğazı batı yakasından döşenen künkler vasıtası ile şehre su getiri1miştir.

Şehrin böylesine geniş bir alana sahip olmasına karşılık şehri koruyan surların iç kısımda kaldığı görülüyor .Bu gün Salihiye bahçelerinin batı köşesi hizasından aşağıya doğru uzanan sur kalıntıları görülüyor .Bu surların 150 m. kadar aşağı doğru uzadıktan sonra bahçelerin altından doğuya doğru kıvrılarak bu günkü belediye lojmanları hizasında nehre doğru yeniden kırılarak Dicle'ye kadar indikleri yer yer mevcut olan kalıntılardan anlaşılıyor.

Surların bu günkü kalınlığına bakılırsa şehri korumada zayıf kaldıkları söylenebilir . Ayrıca surların içindekiler kadar dışında da iskan alanı olması Hasankeyf’in orta çağda devamlı büyüdüğünü ve geliştiğini göstermektedir . Şüphesiz bu kadar geniş alana kurulu bir şehrin, belki de yüz binlere ulaşan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal yapılarının da olması gerekiyordu.

Yukarda bahsettiğimiz yapılar dışında bir çok cami, mescit, medrese, külliye, hanlar ve çarşılar vardı. 14. ve 15. asırlarda Hasankeyf’teki çarşıların ticari mal1arla dolu olduğu o dönemin seyyahların ifadelerinden anlaşılıyor . Gayrimüslimlere ait bazı yapıların da (kilise kalıntılarının) mevcudiyeti Hasankeyf’te Müslümanlarla Hıristiyanların iç içe yaşadıklarını gösteriyor.

El Rızk Camii'nin 100 m kadar doğusunda evlerin arasında bulunan kilise kalıntısı bunlardan bir tanesidir. Ayrıca Sultan Süleyman Camii'nden küçük yarığa ulaşınca solda gayrimüslimlere ait kaya mezarları da vardır . Dicle kenarındaki El Rızk Camii yanından Sultan Süleyman Camii civarına oradan da doğuya doğru uzanan bir yer altı tüneli oldu söyleniyor. Ancak bu tünelin ağzı tamamen kapalı olduğundan buraya girmek mümkün olmamıştır.
Hasankeyf, Bağdat'a kadar akıp giden Dicle nehrinin kenarında olması şehre ticari açıdan önemli bir avantaj sağlamıştır .Ticari mallar nehir yolu ile güneye ulaştırılarak satılıyor karşılığında alınan mallar Hasankeyf’e getiriliyordu.
Hasankeyf, geniş iskan alanı, yoğun nüfusu ve korunaklı kalesi ile ortaçağın önemli şehirlerinden biri idi. 1524’ de tamamen Osmanlıların eline geçtiğinde hâlâ böyle büyük olduğundan, sancak merkezi yapılmıştır. O zaman Hasankeyf sancağına Siirt, Erzen, Beşiri, Tûr (Midyat) bağlanmıştır.
19. asrın ortalarında ise Diyarbakır Sancağı'na bağlı bir kazaya dönüştürülmüş, Osmanlının son dönemlerinde de Midyat kazasına bağlı bir kasaba haline gelmiştir. Bu da Hasankeyf’in Osmanlılar döneminde gittikçe önemini kaybettiğini göstermektedir.
Hasankeyf’teki mağara evleri çok farklı özellikler arz etmektedir. Çoğunluğu sade ve bir- iki odalıdır .Özellikle yüksek yamaçlardaki mağara1arın bazılarınn iki katlı ( dubleks ) hatta üç katlı (tripleks) olanlarına rastlanıyor.
Hasankeyf’in dışında da tarihi özellik arz eden mevkiler ve eserler vardır. Karaköy Köyü eski yaya yolu üzerindeki ''Ziha'' vadisinde Hasankeyf’e 2-3 km uzaklıkta 12 mihraplı Mescid-i Ali diye bilinen bir mağara vardır .İbadet mekanının ön cephesinde büyükçe bir mihrabın sağında ve solunda küçük mihrapçıklar vardır .Bu mihraplarda Şii inancında büyük yer tutan on iki imamın adı yazılmıştır.
Dıfne Köyü (Üçyol) Bane Mahar mevkiinde bir kilise kalıntısı bulunmaktadır. Köyün aşağısında da, derenin karşı kıyısında kayalara oyulmuş ibadet amacı ile yapıldığı söylenen mağaralar bulunmaktadır

Hattuşaş

Boğazköy (Hattuşaş) Çorum'un Sungurlu ilçesinin 22km güneydoğusundaki Boğzkale ilçesinin (Boğazköy) 4km doğusundadır. Şehir kuzeyden güneye doğru 300m yükselir. Kuzeyde kalan kısıma "Aşağı Şehir" güneyde kalan kısıma "Yukarı Şehir" denir. Boğazköy kalıntıları ilk olarak Fransız gezgin ve Arkeolog Charles Texier tarafından keşfedilmiştir. 1893-1894 yılında başlayan kazılardan sonra 1906'da Alman Hugo Winckler ile İst.Ark Müzesi'nden Thedor Makridi çivi yazısı ile yazılmış büyük bir Hitit arşivi bulmuşlardır. Boğazköy'de (Hattuşaş) M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır. Hattuşaş'ın M.Ö. 18.yy'da Kuşşara kralı Anitta tarafından tahrip edildiği ortaya çıkan yazıtlardan anlaşılmaktadır. Belgelere göre hemen bu tahripten sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında yeniden yerleşime açılan Hattuşaş 1600'lerde Hitit devletinin başkenti olmuştur; kurucusu tıpkı Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I.Hattuşili'dir.

Hitit Devletinin başkenti olan Hattuşaş dönemin mimarlık ve sanatının odak noktası olmuştur. Hattuşaş sözcüğü Hattus sözcüğünden yani Hatti insanlarının verdiği orijinal addan gelir. Çok geniş bir alanı kapsar. Uzun zamandan beri yapılan kazılarda 5 kültür katı ortaya çıkmıştır. Bu katlarda Hatti, Asur,Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerinden kalma kalıntılar bulunmuştur. Kalıntılar Aşağı kent, Yukarı Kent, Büyük Kale (Kral Kalesi), Yazılıkaya'dan oluşmaktadır. Burada bulunan kalıntılar Kral Sarayı, iki katlı Arşiv Yapısı (3500 çivi yazılı tablet bulunmuştur.) , Hitit Dönemi'nden kalma dört tapınak , anıtsal kapılar (Kral Kapısı, Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı, Poternli Kapı ve Batı Kapısı), Tanrı "Teshup" 'un tapınağı bulunmaktadır.

Hatuşaş'ın "Yukarı Şehir" olarak bilinen kesimi 1 km² den daha büyük bir yüzölçüme sahip, eğimli bir arazidir. Bu alan M.Ö. 13. yüzyılda Geç İmparatorluk Çağında şehrin gelişmesine sahne olmuştur. Yukarı Şehir'in geniş bir bölümü yalnızca tapınak ve kutsal alanlardan oluşmaktadır. Yukarı Şehir geniş bir kavis halinde onu güneyden çeviren bir surla donatılmış olup, sur üzerinde 5 kapı mevcuttur. Şehir surunun en güney ucunda ve kentin en yüksek noktasında bastion ile sfenksli kapı yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı Kral Kapısı ve Aslanlı Kapı yer almaktadır.

Yukarı Şehir'de görülen yapılaşma üç evrelidir. Birinci evre ilk surların inşaatı ile çağdaştır. İkinci evre, surlarda görülen ilk tahribattan sonraki yeniden yapım ve tapınak kentinin son biçimini almış olması ile belli olan evredir. Son evrede ise mevcut yapılarda görülen tadilat ve tamiratlar dışında dinsel amaçlar dışında bir yeni yapılaşma başlamıştır. Yukarı Şehir'de "Mabedler Mahallesi" olarak bilinen alan sfenksli kapıdan; Nişantepe ve Sarıkale'ye kadar uzanır. Bu alanda çeşitli evrelere ait bir çok tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınak planlarının genel karakteri, bir orta avludan girilen ve birer dar ön mekân ile derin ana mekânlardan oluşan kült odaları grubunun yapıyı biçimlendirmesidir. Tapınaklarda ele geçen malzemeler beş gruba ayrılmaktadır. 1- Seramikler, 2- Aletler, 3- Silahlar, 4- Kült objeleri, 5- Yazılı belgeler.

Kuzey ve güney binası dışında önemli bir yapı da Batı Binası ve Saray Arşividir. Büyük bir yangınla tahrip olmuş binanın yamaçta iki bodrum katı olduğu düşünülmektedir. Bu iki bodrum katında yaklaşık 3300 adet bulla ve 30 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bullaların 2/3'ü büyük kral mühürleri taşımakta ve kronolojik listeye göre I. Şuppiluliuma'dan Hattuşaş'ın son kralı ve onun torunu II. Şuppiluliuma'ya kadar kralları temsil etmektedir. Kral mühürleri yanında kraliçe mühürleri de açığa çıkarılmıştır.
Hattuşaş örenyerinden Büyükkale'de yapılan kazılar M.Ö. 13.-14. yüzyılda Hitit krallarının saray yapılarını ve bunları koruyan sur sisteminin özelliklerini gün ışığına çıkarmıştır. Giriş kapısı güneybatıda olan kalenin surları, sandık duvar tekniğiyle inşa edilmiştir.
Büyükkale'de bir bütün halinde saray yapısı görülmez, kazılar sonucunda ortaya çıkan farklı boyutta ve türdeki yapılar, büyük iç mekânlar, avlular ve direkli galeriler yoluyla birbirine bağlanarak kale içindeki bütünü oluştururlar. Kalede arşiv odaları, depo odaları, büyük kabul salonu, su kültü ile ilgili bina ve kutsal mekânlar yer almaktadır. Hitit sonrasında ise kalede Frig yapı kalıntılarına rastlanmıştır.
Boğazköy'de en önemli mimari alanlardan birisi de Büyük Mabet'tir. Hattuşaş'ta kuzey şehrin merkezini oluşturan Büyük Mabet, Hati'nin Fırtına Tanrısı ve Arinna Şehri Güneş tanrıçasının evi olarak yapılmıştır. Tapınağın çevresinde kaldırım taşlı yollar, meydanlar ve bunların arkasında bu yollara açılan dört yönde depo odaları yer almaktadır. Büyük Mabet, Aşağı Şehir mahallelerinden bir duvarı ile ayrılmaktadır. Taş bir teras üzerine kurulan Büyük Mabet'in, kutsal bir merkez olduğu kadar, ekonomik bir merkez olarak da kullanıldığı magasinlerde açığa çıkarılan büyük küplerden anlaşılmıştır. Yine mabedin doğu magasinlerinde tabletlerin bulunması burada bir arşivin olduğunu da ortaya koymuştur.
Kent, tarih sahnesinde, Hitit İmparatorluğu'nun MÖ 17. ile 13. yüzyıllar arasında başkenti olarak yer almıştır. Hattuşaş'a 1986 yılında UNESCO Dünya Mirasları listesine dahil edilmiştir. Hattuşaş Çorum'un Sungurlu ilçesinin güneydoğusunda Boğazkale ilçesinin 4km doğusundadır
Hitit Devleti'nin başkenti olan Hattuşaş sanat ve mimarlık alanında gelişmeler göstermiştir. Hattuşaş sözcüğü Hattus sözcüğünden yani Hatti insanlarının verdiği orijinal addan gelir. Hattuşaş çok geniş bir alana yayılmıştır. Yapılan kazılarda 5 kültür katı ortaya çıkmıştır. Bu katlarda Hatti, Asur, Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerinden kalma kalıntılar bulunmuştur. Kalıntılar Aşağı Kent, Yukarı Kent, Büyük Kale (Kral Kalesi), Yazılıkaya'dan oluşmaktadır.

Aşağı Şehir

Hattuşaş'ın konumu ve Anadolu'daki Başlıca Hitit yerleşim brimleri.
Hattuşaş'ın kuzeyde kalan kısımına "Aşağı şehir", güneyde kalan kısımına "Yukarı Şehir" denir. Hattuşaş'daki kalıntıları ilk olarak Fransız arkeolog Charles Texier keşfetmiştir. 1893-1894 yıllarında kazılar başlatılmıştır, ve bu kazlıardan sonra 1906'da Alman Hugo Winckler ile İstanbul Arkeoloji Müzesi'nden Thedor Makridi çivi yazısı ile yazılmış büyük bir Hitit arşivi bulmuşlardır. Hattuşaş'da M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki yerleşmeler genellikle Büyükkale çevresinde oluşmuştur. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır. Ortaya çıkan yazıtlardan Hattuşaş'ın M.Ö. 18.yy'da Kuşşara kralı Anitta tarafından tahrip edildiği ortaya çıkmaktadır. Bu tahrihten sonra M.Ö 1700 yıllarında Hattuşaş yeniden yerleşime açıldı ve M.Ö. 1600'lerde Hitit Devleti'nin başkenti olmuştur. Kurucusu Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I. Hattuşili'dir.

Yukarı Şehir

Hattuşaş'ın "Yukarışehir" denilen bölgesi 1km2alana yayılmıştır ve eğimli bir arazi şekili vardır.Yukarışehir genellikle tapınaklar ve kutsal alanlardan oluşur. Yukarı Şehir güneyden çevrilen bir surla donaltılmıştır. Bu sur üzerinde 5 tane kapı vardır. Kentin en yüksek noktasında bastion ile "Sfenksli Kapı" yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı "Kral Kapısı" ve "Aslanlı Kapı" yer almaktadır.

Hierapolis

Şehir Merkezine 24 km. mesafededir. Hierapolis şehrinin kuruluşu çok eskiye dayanmaktadır. Bergama kralı II. Eumenes tarafından M.Ö. 190 yılında kurulan şehre, efsanevi kahraman Telefos'un güzel karısı "Hiera" nın adına izafeten Hierapolis adını vermiştir. Hirapolis kutsal şehir anlamına da gelmektedir. Hellenistik özellik taşıyan şehir, M.Ö.133 te Bergama kralı 3. Attalos'un vasiyeti üzerine Hierapolis, Bergama ile birlikte Romalılara geçmiştir. M.S. 1 7 de Roma İmparatoru Tiberius zamanında şiddetli bir deprem ile yıkılmışır. Yeniden inşa edilen şehir tamamen Roma karakterine bürünüp, M.S.II-III. asırlarda Roma İmparatoru Septimus Severisve Karakalla devirlerinde büyük bir refeha kavuşarak, altın devirlerini yaşamış ve Roma İmparatorluğunun ileri gelenlerinin sayfiye şehri olmuştur.Hierapolis 'teki büyük yahudi nüfusunun hakim olduğu devirde,İsa'nın 12 havarisinden biri olan Apostle Phlippe'nin M.S. 80 de Hristiyanlığı yaymak üzere buraya geldiğinde işkence edilip öldürülmesi ile Hristiyanlık aleminde önem kazan- mıştır.Bizans devrinde de piskoposluk merkezi haline gelen Hierapolis'te, St. Philippe adına M.S. 5. asırda Ottogon stilde martyrium inşa edilmiştir. M.S. 395'te Bizans idaresine geçen Hierapolis, M.S. 1210'da Gıyasettin Keyhüsrev zamanında Selçukluların eline geçmiştir.

Şehir Hamamı

1354'te meydana gelen şiddetli depremler yüzünden şehir harap olmuştur. Hierapolis'in elindeki kaynaklara göre, hem Apollan Laır Benos'un hem de Apolfan Kitharoidos'un Arkhegetes Kürtünü hayali bir şehir olarak görülmektedir.Hierapolis sikkeleri M.Ö.II. yy. başlayarak M.S. III. yy.'a kadar devam etmiş bir devrin kültürünü aksettirir. Kitabeler ise daha geç bir zamana işaret eder. Sikkelerin ve kitabelerin birleştiği nokta Apollan Kitharoidos'u müşterek temsil etmeleridir. Apollon'un ağızlı baltasıyla kuwetin sembolü olarak yürürken, diğer taraftan dini merasimleri idare eden bir sembol olarak görülür.


 Idryos

Lidya'nın bir şehri olan İdryos Kemer'in antik ismidir. Tam olarak Phaselis'in kuzeyinde Kemer yerleşim yerinin güney - batı bölümünde yer almaktadır.
Buralarda yer alan dönemsel antik eserlerden bazılar şöyledir:
Kilise: Bazikal tip planında olan kilise, ortada apsisli bir orta nef, narteks,eksonarteks,güneyinde bir şapel, kuzeyinde baptisteryum ve çevresindeki diğer yapılarla kompleks bir yapı özelliği göstermektedir.Tabanı iri taneli mozaiklerle süslüdür.
Gözetleme yeri: Marinanın kuzeyinde bulunan yüksek tepenin güney ucunda, etrafı poligapol örme tekniğinde yapılmış duvarlarla çevrili, güney yönünde iki kule ile bir giriş, kuzey - doğu yönünde de bir kule bulunmaktadır 

Iotape

Alanya - Gazipaşa karayolunun 33 km.sinde yer alır. Antik kent adını, Kommagane kralı 4. Antiochus’un (İ.S.38-72) karısı İotape’den almıştır. İmparator Traianus’tan Valerianus’a kadar kent kendi adına sikke bastırmıştır. Kalıntılar Roma ve Bizans Dönemi özelliklerini taşımaktadır.

Denize doğru uzanan yüksekçe bir burun, kentin akropolü durumundadır. Surlar bu bölüme kale görünümü vermektedir. Yapılar oldukça tahrip olmuştur. Akropolün karaya bağlandığı vadide, doğu-batı yönünde uzanan Liman caddesi yer almaktadır. Caddenin her iki yanında üç basamaktan oluşan krepis bulunduğu ve yer yer bunların arasında heykellerin durduğu kaidelerinden anlaşılmaktadır. Heykellere ait yazılı kaideler kentin başarılı atlet ve hayırsever vatandaşları hakkında bilgiler içermektedir. Akropolün doğusunda bulunan koyda, üç nefli, dikdörtgen planlı bir bazilika yer alır.

Kentteki, tek nefli küçük bir kilisenin nişi içerisinde oldukça tahrip olmuş fresko izlerini görmek mümkündür. Freskoda H.G. stratelates betimlenmiştir. Kentin günümüze kadar gelebilmiş yapılarından birisi de hamamdır. Hamama ait kanalizasyon sistemi halen görülebilir. Antik kentin ortasından geçen modern yolun güneyinde 8 x 12.5 m. ölçüsünde bir tapınak kalıntısı bulunmaktadır. İotape antik kentine ait nekropol kuzey ve doğudaki tepeler üzerindedir. Nekropolde anıt mezarların yanı sıra tonoz örtülü küçük mezar yapıları da yer almaktadır. 

 Istlada

Antalya ili Kaş ilçesi yakınlarında bulunan antik kent.
Istlada (Kapaklı) Lykia Bölgesi'nin küçük fakat etkileyici bir antik kentidir. Istlada'ya Finike - Kaş karayolu üzerindeki Davazlar Köyü'nden gidilir. Doğuya ayrılan 4 km'lik yol bizi Kapaklı Köyü'nün Hoyran mevkiindeki ünlü anıt mezarının yanına kadar götürür. Burada İlkokulun hemen karşısında bulunan ve M.Ö. IV. yüzyıla ait Hoyran Anıtı bütün görkemiyle karşımıza çıkar.
Ağaçların gölgesinde mahzun duran Hoyran Mezar Anıtı bir kayadan kesilerek ev tipi mezar haline getirilmiştir. Üzeri yuvarlak mezar anıtının alınlığında üç kişi ayakta durmaktadır. Alttaki geniş frizde ise ortada bir sedir üzerine uzanmış erkek figürü ve bu figürün önünde bir masa ile dört silahlı adam figürü yer almaktadır. Arkasında ise iki erkek ve iki kadın figürü vardır. Kapısının üzerinde silinmiş bir Lykia yazıtı göze çarpar.
Akropolün doğu ve kuzey yönünde kaya mezarları, lahitler ve stel şeklindeki mezarlar ile sarnıçlar görülür. Mezarların tümü Roma Devri'ne aittir. Bu lahitlerin arkasında kayaya oyulmuş Lykia ev tipi mezarlardan biri Güvercinli mezar olarak anılır. Mezarın üzerinde horoz, sfenks ve güvercin tasvirleri bugün de görülebilir. Mezarın kuzey yönünde ise mezar sahibinin ve yakınlarının tasvir edildiği bir friz yer almıştır. Mezar M.Ö. IV. yüzyıla aittir.
Kentin bulunduğu yerde akarsu olmadığından çevrede birçok sarnıçlar ve toplama kuyuları vardır. Istlada da bunların dışında gözle görünen bir kalıntıya rastlanmamaktadır. 

 

 Kadyanda

Kadyanda (Cadianda) , Fethiye’ye 18 km. uzaklıktaki Üzümlü köyünün 3 km. kuzey-doğusunda 400 m. yüksekliğindeki bir tepenin yamacında idi.
Kadyanda Likce’deki “Kadawanti” kelimesinden gelen bir sözcüktür. Büyük olasılıkla da bu kentin halkı anlamındadır.
Buradan ilk kez Sir Charles Fellows söz etmiştir. Ondan öğrenildiğine göre kentin ana yolu çevresinde mabetler ve yapılar bulunuyorsa da günümüze onlardan hiçbiri gelememiştir.
Kadyanda’nın tarihini kitabelere dayanarak M.Ö. V.yy.a kadar indirebiliriz. Ayrıca Lykia’nın Hekatomnos’ların kontrolünde olduğu bir zamana ait bir kitabede Karia satrabı Piksodoros’un (M.Ö.340-334) yaptığı bir bağıştan söz edilmektedir. Bu bağış muhtemelen , bir Karia şehri olan Kaunos’a karşı girişilen bir harekatta Kadyanda’nın satraba yardım ettiği anlaşılmaktadır. M.Ö. 168-67 ‘de Likya birliğine dahil olup birlik sikkesi bastıran 24 kent arasında Kadyanda’nın da adı geçmektedir. Kent Roma döneminde önem kazanmıştır. Follows’dan öğrenildiğine göre çok köşeli ve dış yüzleri düz olan polygonal surlardan bugün yalnızca temel izleri kalmıştır. Akropolün güney yamacındaki, yarım daire şeklinde cavea’sı olan tiyatro büyük bir olasılıkla deprem sonucu yıkılmış,daha sonra da taşlarının bir kısmı kullanılmıştır. Şu andaki durumu bile tiyatronun eski görkemini yansıtmaktadır. Akropolde beş basamakla çıkılan bir mabet ile onun yanında Agora ve 82 m. uzunluğundaki Stoa yer alıyordu. Stadion’un 183 m. uzunluğunda ve 9 m. genişliğinde, kuzey yönünde de 6 oturma sırası bulunduğunu kalıntılardan anlaşılmaktadır. Ayrıca Stadion’un üzerinde Dor nizamında bir mabet ile bir mezar odası vardır. Burada 8 atlete ait bir heykel kaidesi bulunmuştur. Kaidelerden biri üzerinde “Kadyanda” sözü geçmektedir.
Stadionun çevresinde kentin ihtiyacını sağlayan dört büyük sarnıç görülmektedir. Bir başka sarnıç da Agora ‘ya yakındır.
Kadyanda Lykia tipi mezarları ile tanınmıştır. Fethiye ovasına bakan yamacında oldukça yüksek temeller üzerine oturtulmuş silindirik çatılı bir Mausoleum dikkati çekmektedir. Ev tipi mezarların çoğu kabartmalı olup bunlardan birisini Ch.Fellows M.Ö. 400’e tarihlemiştir. Bu mezarın yan yüzlerinden birinde atlı bir komutan yere dizleri üzerine çökmüş olan bir savaşçıya saldırmaktadır. Ayrıca Üzümlü köyü ile antik kent arasındaki yamaçta, Salas Anıtı diye adlandırılan anıt-mezarın ön yüzünde “Salas” ismi okunmaktadır. Ön yüzünde tek yan yüzlerde ise friz şeklinde, birbiri ile savaşan iki savaşçı görülmektedir. Büyük bir olasılıkla bu anıt Hekatomnid sülalesinden Kadyandalı bir prensin mezarıdır. Bu mezarın da bazı parçaları Britissh Museum’a götürülmüştür.

Kanlıdivane

Kanlıdivane, (Canytellis, Kanytella) Mersin’in Silifke ilçesindeki antik kent.
Antik Olba Krallığı’nın kutsal yerleşim yeri olan kentin tarihi MÖ 3. yy.a kadar gitmektedir. MS 4. yy.da adı Neapolis olarak değişen kent en parlak dönemini yaşamıştır. Bizans İmparatoru II. Theodosius (408-450), bu alanda kutsal bir Hristiyanlık merkezi kurmuştur.
Kent, 60 metre derinliğinde geniş bir obruk etrafında kurulmuştur. Doğal bir çöküntü alanı olan bu çukura efsaneye göre Roma çağında suçlular atılıp vahşi hayvanlara yem edildiği için kente Kanlıdivane denilmiştir. Obruğun içinde divan üzerinde oturan bir kadın ve iki erkek kabartması yer alır. Yağmur sularıyla toprak rengine bulanan bu kabartmalar nedeniyle kente Kanlı Divan denildiği ve zamanla Kanlıdivane’ye dönüştüğü de anlatılır. Merdivenlerle inilen çukurun, büyüklüğünden ötürü tanrısal olduğu düşünülmüş ve kent tarih boyunca dinsel bir merkez olmuştur.
Obruğun etrafında kesme taştan yapılmış bazilikalar, caddeler, kaya mezarları, sarnıçlar, kaya kabartmaları bulunur. Güneybatısında MÖ 2. yy.dan kalma bir kule vardır. Kulenin kitabesinde, Tanrı Zeus için rahip-krallardan Olbalı Tarkyaris'in oğlu Teukros tarafından yaptırıldığı yazmaktadır
Kentte bulunan üç nekropolden kuzeydekinin en yüksek yerinde Kraliçe Aba'nın kocası ve iki oğlu için yaptırdığı anıtsal mezar bulunur. Obruğun bir kilometre güneybatısındaki Çanakçıkaya mezarları Kilikya İmparatorluğu’nun soylularına aittir ve üzerlerinde bunu belirten rölyefler vardır. Obruğun çevresindeki bazilikalar 4. yy. sonları ile 6. yy. ortaları Bizans dönemi eserleridir.
19. yy. ortalarında Fransız gezgin Victor Langlois tarafından keşfedilen kent, 70’li yıllarda yapılan kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Yöredeki ilk arkeolojik araştırmaları Prof. Dr. Semavi Eyice gerçekleştirmiştir.
Akustiği çok iyi olduğu için günümüzde konserlere ev sahipliği yapmaktadır.

Kaunos



Kaunos, Muğla’nın Köyceğiz ilçesinin güneyindeki Dalyan’ın yakınındadır. Strabon kentin bir yarımada üzerinde kurulduğunu fakat sonra alüvyonlarla dolarak içeride kaldığını söyler . Gerçekten de bu gün Kaunos denizden 3 km. kadar içeridedir. Yine Strabon’un bahsettiği Kaunia gölünün denize bakan ayağı bugün “Sülüklü” adıyla anılan bir bataklığa dönüşmüştür.
Kaunos Hellen dilinde anlamı olmayan bir sözcüktür. Lykçe yazıtlarda Ksibde olarak geçen bu kent Rodos Pereia’sı içinde büyük bir yerleşim yeridir.
Yunan mitolojisine göre Miletos’un oğlu Kaunos, kendisine aşık olan Byblis’e karşılık vermemiş o da üzüntüsünden canına kıymıştı. Bunun üzerine Kaunos da Miletos’u terk ederek bu kenti kurduğunu Ovidius da anlatmıştır.
Kaunos’un ne zaman kurulduğu kesinlik kazanamamıştır. Homeros kitabında açıkça buradaki sekene için şöyle yazar:
“Kaunos’lular ,bana kalırsa,buranın yerlisidir; ama kendileri Girit’ten gelme olduklarını söylerler. Dillerinde Karia etkisi vardır ya da Karia dilinde onların etkisi.”
Nitekim Kaunosluların Karia’lılardan farklı 30 harfli bir alfabe kullandıkları bugün anlaşılmıştır. Ayrıca Lykia kültürünün de etkili olduğu günümüze gelen eserlerden anlaşılmaktadır.
Kaunosda, M.Ö.VIII yy.dan beri yaşamın olduğu bilinirse de tarihte ilk kez adları M.Ö.545’de Pers generali Harpagos’a karşı gösterdikleri direniş ile geçmektedir. Herodotos Harpagos’un İonia’yı yönetimi altına aldıktan sonra Karialı’ların, Kaunos’luların ve Lykia’lıların üzerine yürüdüğünü söylemektedir. Bu sözler Pers istilâsı sırasında Kaunos’un önemli bir kent olduğunu göstermektedir. Onurlarına ve özgürlüklerine düşkün olan Kaunos’lular Harpagos’a karşı koymalarına rağmen yenilgiden kurtulamadılar. Harpagos Kaunoslulara karşı, kendisine direnç gösterdikleri için çok zalimce hareket etti. Hellenlerin Persleri Anadolu’dan atmak için giriştikleri mücadelede Kaunos’da yerini aldı ve Attika-Delos Deniz birliğine girdi. Peleponnes savaşı sırasında kentin limanı her iki tarafça zaman zaman kullanılmıştır. Kent M.Ö. 377’de Karia Satrabı Mausolos’un idaresine girdi ve bu dönemde şehirde büyük imar faaliyetleri başladı. Bu dönemde ilk defa sikke basan şehir M.Ö.334’de Büyük İskender tarafından Mausolos’un kız kardeşi Prenses Ada’ya verildi. İskender’in ölümünden sonra generalleri arasında çıkan savaşlar sırasında sık sık el değiştiren kent, bir ara Ptolemaios ve Seleukosların da idaresine girmiştir. M.Ö. II.yy.da Bergama krallığından vasiyet yoluyla Roma tarafından Rodos eyaletine bağlanan kent M.Ö.129’da
Roma’nın Asya eyaleti sınırları içine alındıysa da özgür kent statüsünü korudu. Bizans devrinde ise Myra metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezi olmuştur.

Zamanla Dalyan çayının taşıdığı alüvyonlar ve gel-git olayları denizi sığlaştırmış ve kent en büyük özelliği olan limanını yitirmiştir. Bunun yarı sıra bataklıktan dolayı sivrisinekler azmış ve halkı sıtma kırıp geçirmeye başlamıştır. Bu duruma fazla direnemeyen halk doğa ile baş edemeyince, kenti terk etmek zorunda kalmıştır. Bir zamanlar Attika-Delos Deniz Birliğine 10 talent gibi yüklü bir para ödeyen, Perslere direnen insanların yenemediği Kaunos’u sıtma yenmiş ve halkını kentlerini terke mecbur bırakmıştır.

Yaşam tarzları ve inançları komşularından farklı olan Kaunosluları Homeros şöyle anlatır:
“...görenekleri bakımında,.ötekilerden olduğu kadar Karialılardan da uzaktırlar. Bunlarda içki âlemi tertiplemek geleneği vardı,ancak bunu yaparken erkek,kadın,çocuk ve ayrıca yaş ve
arkadaşlık ilişkileri de dikkate alınırdı. Kendilerine yabancı olan tanrılar için bir din uyarlamışlar,ama sonradan vazgeçmişler,yalnız babalarının tanıdıkları tanrılara tapmayı kararlaştırmışlardır; bunun üzerine ülkenin gençleri silâhlanmışlar, bu tanrıları,havaya kılıç sallıyarak Kalynda sınırına kadar kovalamışlardır; bunu yabancı tanrıları işte böyle kovaladık,diye anlatırlar. Bu ulusun gelenekleri böyledir.”
Kaunos’un varlığını ilk kez 1842’de fark edilmiş bilimsel kazılara da 1967’den itibaren Prof. Baki Öğün başlamıştır. Buradaki araştırma ve kazılar kentin tarihini Arkaik döneme kadar indirmiştir. Onu Helenistik, Roma ve Bizans dönemleri izlemiştir. Kent başlıca iki kısımdan meydana gelir 1- Akropol 2-Aşağı şehir. Kuzeydeki oldukça sarp kayalıklara oyularak yapılan kaya mezarlarının tahmini sayısı 150 kadardır. Bunlardan 20 tanesinin cephesi İon nizamında bir tapınağın cephesine benzer. Bu mezarların büyük bir kısmı M.Ö. IV.yy.a aittir. Büyük İskender’in istilası yüzünden bir kısmı tamamlanamamıştır. Mezar odalarının içerisindeki kline , hediye koymaya yarayan sekiler bulunmaktadır. Ayrıca güvercin yuvası şeklinde mezarların yanı sıra kare veya dikdörtgen mezar çukurları ile de karşılaşılmıştır. Kayalara oyulmuş, üstü kapaklı sanduka tipi mezarlar ve lahitler de dikkati çekmektedir. Bunlar büyük bir olasılıkla kaya mezarlarından daha önceki bir tarihe aittirler.

Kentin akropolü yaklaşık 150 m. yüksekliğinde olup, ovanın ortasında yükseliyordu. Güney yamaçları sarp kayalık olduğundan kuzey ve batı kesimleri Orta çağda yapılmış kulelerle desteklenen surlarla çevrilmiştir. Dikdörtgen, prizma biçiminde kesilmiş taşlardan oluşan surlar eski limanın batısından başlayarak yukarıdaki sırtları da içerisine almıştır. Bu uzun sur, büyük bir olasılıkla Kral Mausolos tarafından yaptırılmıştır. Prof.Dr. Baki Öğün ile birlikte kazılarda çalışan Alman Prof. B.Schmaltz burada yoğunlaştırdığı çalışmalarında kule ve duvarların eski devirlere ait toplama taşlardan yapıldığını ileri sürmektedir. Bu sur duvarında Klasik Çağ’a ait üzerinde Sanatçının imzası da bulunan muhtemelen bir adak steline ait bir kitabe parçası bulunmuştur. Batı kulesinde ise nekropolden gelmiş, eski bir mezar epigramı parçası ile beyaz zeminli bir leyktos parçası bulunmuştur. Prof. Schmaltz M.Ö.227-26’da Rodos ve çevresini etkileyen depremin Kaunos’u da etkilediğini, bu duvarlar ile Küçük Kale üzerindeki surların büyük çoğunluğunun bu depremden sonra inşa edildiğini ileri sürmektedir.

Akropolün doğusunda yer alan, güneyi kayalara oyulmuş, diğer kısımları beşik tonozlar üzerine oturan tiyatro, günümüze çok iyi bir durumda gelebilmiştir. Prof. Dr. Baki Öğün’ün 1982’deki çalışmalarında Cavea ve Scena temizlenmiş, proscene’nin büyük bir kısmı ortaya çıkarılmış, sahne binasını taşıyan payeler arasında Milo Aphroditi kopyası, bir torso ve üç büst bulunmuştur. Cavea ve diazomanın yanı sıra altta 18 üstte de 16 oturma sırasının bulunduğu tiyatro Helenistik Çağ izlerinin görülmesiyle birlikte büyük bir kısmının Roma devrinde yapılmış olmalıdır.

Tiyatronun kuzey-batısındaki bayırda üç yapıdan oluşan bir mimari dizi dikkati çekmektedir. Bunlardan ilkinin Bazilika tipinde bir kilise olduğu anlaşılmıştır. Kesme taşlardan yapılmış Apsis’i ile üç nefli bir erken Bizans kilisesidir. Diğeri Roma devrine ait bir hamamdır. Üçüncü yapının ne olduğu kesinlik kazanamamıştır. Bunun mabet veya kitaplık olduğu düşünülürse de kesin bir söz söyleyebilmek biraz zordur. Bununla beraber megaron şeklindeki bu yapının Dionysos’a ait olması da olasıdır. Hamamın güneyinde Vespasianus çeşmesi ile Stoa yer almaktadır. Aynı zamanda eski limanın kuzeyindeki stoa Helenistik Çağ’da yapılmış, Roma döneminde de bazı ilaveler eklenmiştir. M.Ö.II. yy.a tarihlenen Stoa 94 m. uzunluğunda, tek yönlü bir yapı olup iki katlıdır. Alt katın Dor nizamında olmasına karşılık yıkıldığından dolayı ikinci kat hakkında bir bilgi yoktur. Stoa’nın hemen yanı başındaki Nymphaion “in antis” planındadır ve restore edilmiştir.Prof. Baki Öğün’ün burada yapmış olduğu çalışmalar sonunda taşlarının büyük bir kısmı yenilenmiştir. Ayrıca çok sayıda kitabe limana bakan yüzünde ortaya çıkarılmıştır.
Agora bütünüyle 2 m.ye ulaşan toprak tabakası altında kalmış ve 1981 yılında temizlenmesine başlanmıştır. Agora’yı çeviren revakların kalıntılarının yanı sıra bezemeli mimari parçalar da bulunmuştur. Agora’nın içindeki çeşmenin restitüsyonu da bu çalışmalar sırasında yapılmıştır.
Kaunos’da ele geçen yazıtlardan kent içerisinde birçok mabedin olduğu anlaşılmıştır. Çalışmaların bu bölgede yoğunlaşmasına karşılık bunların hangi tanrılara ait oldukları kesinlik kazanamamıştır. Agora’nın kuzey-doğusundaki suni bir teras üzerinde Stoa ile Hamam arasında bulunan mabet Dor nizamındadır ve M.Ö. I.yy.a ait olmalıdır. Büyük bir olasılıkla Zeuss’a atanmış olmalıdır. Mabed’in çevresinde 30’a yakın mezarla karşılaşılmıştır. Erken Bizans dönemine tarihlenen bu mezarların çevresinde çok sayıda mimari parça ile karşılaşılmıştır. Bu buluntulara dayanılarak bu mabed Helenistik döneme tarihlendirilmiştir. Burada kalp şeklindeki portikonun başlıkları ile karşılaşılması oldukça ilginçtir.
Limanda, Agora’nın doğusundaki Korint nizamındaki mabet de mimarisine bakılarak M.S.II.nci yy.a tarihlendirilmiştir. Ayrıca Büyük limanın yakınında Prostylos plânlı, kuzey-güney doğrultusunda, Cella duvarlarının büyük bir bölümü ayakta olan bir başka mabet daha bulunmaktadır.