Kaybolan Meslekler

Ana Sayfa Web Sayfasi Yapilir hakantok VOLKSWAGEN 1303 kapak fotograflari is basvurusu yap Dugun Gelenekleri hakantok hakantok Ankara Tanitim Fenerbahce  Burclar  istanbul plajlari ilginc oteller dünya plajlari Ankara Tanitim Otel Adresleri Tuz Gölü Turizm Türkiye Tanitalim Ankara Havuzlar Blog Kpss Test Kpss Test 2 Kahve Fali Taxi Telefonlari Ozel Telefonlar Kaybolan Meslekler Antik Kentler Sehitlerimiz Gezelim Gorelim TBMM Gezici Rehber Anadol STC Memur Haberleri Nostalji Anilar Alocular  Gundem  Otel ik Turk Starlar Dini Sozluk 1 Dini Sozluk 2 Ozturkce  Reklam Alinir Marka Hikayeleri Site Maps Kangal  Turizm Tanitim Evlenmek istiyorum Gida Teroru Yerli Araba iletisim Bilgilerim Twitter Takipci Ek Gelir israil Boykot Yerel Medya Aile  Derin Haber Edebsizlik Teror Siyaset Aile  Yolsuzluk Askerlik-Sehitlik Hz Muhammed Asti ANKARA Jigolo Servisi



I. Kaybolan Meslekler

Sanatçılar, yazarlar ve gazetecilerin yaşadığı dönemin tanıkları olduğu söylenir. Bu tanıklık, sanatçı ve yazarın uçsuz bucaksız düşsel dünyasında anı, fotoğraf ve yazılarında kalıcılaşırsa bir anlam kazanır. Kanımca sanatçılar, yazarlar ve gazeteciler topluma karşı sorumlu olduklarından biraz da buna mecburdurlar.
Dünya çok hızlı dönüyor. Teknoloji akıllara durgunluk verecek şekilde gelişiyor, ilerliyor. Alışkanlıklar, yaşam biçimleri, tüketim kalıpları sürekli değişime zorlanıyor, değişiyor. Hızla değişen yaşamın an 'larını yakalayıp gelecek nesillere aktarmak, ancak sanatçı, yazar ve gazetecilerin bu görevi yerine getirmeleri ile mümkündür.
Kaybolan, eskiyen meslekleri ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihsel gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik/duygusal zenginliktir. Marx'ın da önemle vurguladığı gibi, sosyal güçlerin ve bilimsel uygulamaların tarihsel değişimdeki en önemli belirleyicisi ekonomik koşullardır. Bu meslek ve nesnelerin kayboluşunun nedeni, ekonomik koşulların değişmesinden kaynaklanıyor.
Kaybolan meslekler için seçilen sade mekânlar, bu mekânlarda dökülen göz nuru ve alınterinin mübarekliğiyle harmanlanan yoğun emek, her zaman anılmaya değerdir diye düşünüyorum. Dün olmadan bugün, bugün olmadan yarın var olabilir mi? Akıl hünerinin birer nişanesi olan bu mesleklere karşı nankör olmamalıyız: Zarafet, ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri eski zamanlara bağlayan çok önemli bağlardan biridir. Bu meslekler eski kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar. Ama ne yazık ki; kaybolan veya kaybolmaya yüz tutmuş, unutulan bu meslekler kimimizin belleğinde tatlı bir anı, kimimizin de belleğinde kaydı olmayan veya sadece ses duyum yoluyla duyulan bir sözcüktür.
Bugün taşçılık, hattatlık, değirmencilik, şerbetçilik, gazozculuk, şarapçılık, karcılık, dokumacılık, goşkarlık, çömlekçilik, demircilik, kalaycılık, tenekecilik, nalıncılık, hancılık, nalbantlık, çulculuk, sepetçilik gibi meslekler d eğişen ekonomik koşulların bir sonucu olarak seri üretime, robotlara, makinalara yenik düştü. Birer birer tarihteki yerlerini aldı ve alıyorlar.
Uzun süre görülmeyen, duyulmayan, konuşulmayan, dokunulmayan şeyler zamanla unutulur, belleğin karanlık noktalarında kalır. Düne takılıp kalmadan, bu karanlığı birazcık aralamak istiyorum. Sanayi toplumu olmanın, kentleşmenin ve de gelinen teknolojik seviyenin bir sonucu olarak kaybolan veya unutulan bazı meslekleri azıcık da olsa -Diyarbakır'a bağlı Ergani ve Çermik ilçeleri ölçeğinde hatırlayabildiğim kadarıyla- anlatmak, eski havaları solumak, sizleri alıp mazilere götürmek istiyorum. Hoşgörünüze sığınarak bu işe baba mesleklerinden başlamak istiyorum
1- Yorgancılık Meslegi :



Yorgan en cok lazim olan bir insan ihtiyacidir.Yillardir cesit cesit desenleriyle ve renkli kumaslariyla yorganlar göz doldururdu.
Zamaninda ragbet gören pamuk yorganlar artik elyaf ve makina isi yorganlara degisildi.Ne yazikki yorgancilik meslegide yok olmaya yüz tutan mesleklerden.
Gelişen teknoloji ile birlikte yorgancılık mesleği de yok olmayla karşı karşıya. Adana’da sayıları 100’ün üzerinde bulunan yorgancılara eski ilgi ve rağbet gösterilmemektedir. Bir zamanlar genç kız çeyizlerinin en önemli parçalarından olan, rengarenk kumaşlarla ve bin bir emekle işlenerek dikilen yorganların yerini, hazır satılan makine üretimi yorgan ve battaniyeler aldı. Kültürümüzün önemli parçası olan yorgancılığı yapanların da her yıl azalmasıyla meslek son yıllarını yaşamaya başlamistir.Ne yazik.
İnsan yaşamını daha kolay ve yaşanılır kılan teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte ‘el emeği göz nuru’ el sanatlarının önemi gün geçtikçe azalmaktadir. Özellikle sünger ve elyaf üretiminin başlaması ile birlikte yorgan yapımına olan ilgi oldukça düştü. Adana’nın Seyhan İlçesi’nin Ova Mahallesi’nde tek gözlü bir iş hanında bu mesleği 30 yıldır sürdüren Ahmet Arıcı (45) bir dönem arsa alıp ev yaptığı bu meslekten şimdiler de memnun olmadigi acik secik ortada.Meslek ragbet görmeyince yaptiginiz iste degirini bulamayinca ,artik maddiyatta burda devreye giridigi icin, meslegi ölddürüyor..
Bu mesleğin asıl ustalarının Malatya ve Sivas’tan çıktığını belirten Arıcı, yaklaşık 30 yıldır da bu meslek ile geçimini sağladığını belirtti. Adana Yorgancılar Odası’na 100 meslektaşının üye olduğunu ifade eden Arıcı, ‘“uzun yıllardır mesleğimi hiç aksatmadan sürdürüyordum. Ve bu iş hemen hemen en çok tercih edilen meslekler arasındaydı. Fakat bu gün baktığımızda, elyaf ve sünger, bizi ciddi anlamda zorluyor. Günde en fazla bir yorgan dikebiliyorum, fiyatı ise 12 TL. Bunun dışında ara sıra tamir için bize gelenler var” dedi. Okadar ugrasiyosunuz emek veriyorsunuz ve sadece 12 tl,gercekten emegin karsiligi degil.
YORGAN ÇEYİZLERİN BAŞTACIYDI
“Eskiden genç kızlar yetişirken, yuva kuracağı zaman hemen yorgancıya koşuyordu” diyerek söze başlayan 40 yıldan bu yana sektörün içerisinde bulunan Hasan Kural, "Biz fantezi yorgan deriz, genç kızlar hemen onlardan olsun isterdi çeyizinde. Bu ipekli saten olanlar var ya, işte onlar fantezi yorgandır; her genç kızın rüyasıydı bu gibi şeyler. Şimdi koşuyorlar o büyük dükkânlara; artık yorgan da demiyorlar, adı olmuş uyku seti. Aslında onlarla bunlar arasında sıhhat açısından dağlar kadar fark vardir. Yünlü, pamuklu, giydiğin elbiseden pay biçelim, o mu sağlıklı, yoksa hava almayan, suni, petrolden yapılmış elyaf mı? Ama işte bizim reklam imkânımız yok. Sağlıklı diyoruz dinleyen yok. Adam bizim imal etmemizin üçte birine, 35'e yorgan yapıyor. Bizim yaptığımız iş evladiyelik. Bir günde biten de var, bir hafta oyalandığın da diyerek yapılan işin ne kadar zor olduğunun altını bu sözleriyle çizdi.
ÇIRAK YETİŞMİYOR
Hemen hemen tüm sektörlerin ortak sorunu olan yetiştirecek çırak olmaması yorgancılık mesleğinin de en büyük problemi. Uzun yıllardan bu yana meslekte yorgan işleyen Aydın Kör," Yorgancılık sektöründe yaşanan en büyük sorunlardan biri bizim mesleğimizi devam ettirecek eleman olmamasıdir dedi. Biz çalıştığımız dükkanımızda önceden 10 kişi çalışırdık. Şimdi ise bu sayı ikiye düştü. Sadece yazın düğün zamanında iş yapar olduk. Ama artık düğünlerde de pek fazla rağbet görmüyoruz" diye yakindi.
2-Kalaycılık Mesleği:


Antalya’nın Akseki ilçesi Taşlıca köyünde 15 yaşında kalaycılık mesleğine başlayan 62 yaşındaki Hüseyin Özen, artık mesleğin yok olduğunu söyledi.
En eski el sanatlarından biri olan kalaycılığın günümüzde yok olmaya yüz tutan meslekler arasında yer aldığını belirten Hüseyin Özen, “15 yaşında Alanyalı Kerim usta ile Antalya’da çalıştım. Bir süre sonra da Akseki’den ‘Kitirinin Hüseyin’ lakaplı Hüseyin Kurtbay isimli usta ile çalıştım. Ondan Allah razı olsun, ondan çok güzel sanat öğrendim. Kendisi Kalaycılar Dernek başkanıydı. Sanatının piriydi. Birlikte Konya’nın Ilgın ilçesi ve köylerinde çok çalıştık” dedi.
Günümüzde çelik mutfak eşyalarının kullanılmasıyla kalaycılık mesleğinin bittiğini belirten Özen, “2000 yılından itibaren bu iş tamamen bitti. Ne kadar güzel de olsa, sıhhi de olsa artık değeri kalmadı. Zanaat bitmiş hale geldi” diye konuştu.
Bağ-Kur primini ödeyemez hale geldiğini söyleyen kalaycı ustası Özen, bir süre bıçakçılık yaptığını anlattı. “Kalaycılık gerçekten çok güzel bir zanaattı” diyen Özen, çırak bulamamaktan da yakındı. Eskiden Akseki yöresinde en az yüz kalaycı olduğunu belirten Özen, “Akseki’nin geçimi zanaattandı. Şimdi yapsan da kıymeti yok. Yılda sadece birkaç kişi geliyor iş yaptırmaya” diye konuştu.
"Düriyemin güğümleri kalaylı
Fistan giymiş etekleri alaylı"
Kalay, gelişimini bakır kaplara borçludur ya da tam tersi, bakır kaplar gelişimini kalaya borçludur.
Kalayın bulunması bakırın mutfakta geniş ölçüde kullanımına neden olmuştur. Bakır kaplar tek başına kullanıldığında hava ile teması sonucu oksitlenmesi (kararması) ve yiyecek, içecekle teması sonucuyla da yüzeyde bakırsülfatın oluşması (yeşillenmesi) sonucu �ki buna yaşlılarımız cenk derdi- zehirlenmelere ve ölümlere neden oluyordu. Kalayın bakırla işbirliği, kalaycılık denen bir mesleği ortaya çıkarmıştır.


Bakır kapların üzerini kalayla kaplayanlara kalaycı denir.
Kalaylanacak kaplar önce örs ve çekiçle düzeltilir. Ezik ve kırık yerler düzeltilir, gerekirse yama veya kaynak yapılır. Sonra kum ve kömür parçaları ile temizlenir. Oksitlenen, kararan veya kalay yapılacak yerler parlatılır, yıkanır ve kurutulur. Bu iş için genellikle el ve ayaklar kullanılır. Kalaycılar elleriyle duvardaki veya en yakınındaki elle tutulacak şeylere tutunup, kalçalarını sağa ve sola çevirerek ayaklarının altındaki kapların temizliğini kum ve kömür tanecikleri yardımıyla yaparlar. " Ne kıvırıyorsun ?" sözünün buradan geldiği söylenmektedir.
Temizlenen kap, körükle harlanmış ateşin bulunduğu ocakta ısıtılır. Kalayın tutması için kabın içine toz nişadır atılır. Sonra kalay parçası biraz ısınan kaba sürülür, bir parça erimesi sağlanır. Büyük bir bez parçası yardımıyla eriyen kalay kabın kalaylanacak yüzeyine tamamen yayılır. Kalaylanma işi tamamlanıncaya kadar bu işleme devam edilir.
Bakırdan yapılmış kazan, teşt, sini, kuşhana, lengeri, tas, saplı, sahan, kırpıklı sahan, tava, tunç kulplu tava, cezve, sıtıl (bakraç) gibi ev ve mutfak gereçleri kalaylanırdı.
Bazı meslekler gibi kalaycılık da artık tükenme noktasındadır. Parlak zamanlarını bakırın mutfak eşyası olarak kullanılmasına borçlu olan kalaycılık, bakırın mutfaklardan çekilmesiyle meslek olarak sona yaklaşmıştır. Günümüzde melamin kapların, plastik kapların, emaye kaplamalı kapların, alüminyum kapların, porselen kapların ve daha çok da kullanım kolaylığı ve çeşit zenginliği nedeniyle paslanmaz çelik ve cam kapların geniş şekilde kullanılması bu mesleğe olan ihtiyacı ortadan kaldırdı. Kalaycılık ekmek kapısı olmaktan çıktı diyebiliriz. Turistlere yönelik bakır eşya imalatı az da olsa kalaycılığı biraz da olsa devam ettirmektedir.
Ergani'de benim tanıdığım Kalaycılar halim-selim ve sabırlı insanlardı.
Köylerde bu işi genellikle Karâçi veya Âşık / Mıtrıp denilen göçebeler yapardı.
3-Semercilik Mesleği:

Erzurum’da geçmişi yüzyıllara dayanan semercilik mesleğinin günümüzde yaşayan tek ustası kaldı. Gürcükapı semtinde baba mesleğini yaşatmaya çalışan Abdulhamit Akbulut, mesleği devam ettiren tek kişi kaldığını söyledi. Semer Ustası Abdülhamit Akbulut, “Semercilik hayvanın sırtında yükün taşınmasını sağlayan araçtır. Semercilik artık bitti tükendi. Bu semeri artık benden başka yapanda kalamadı. Biz normalde Saraçcıyız ama ihtiyaç olduğunda semeri de yapıyoruz. Bu mesleğin en genci en yaşlısı da benim. Semercilik mesleğini teknoloji bitirdi. Dağa bile traktör çıktığı için hayvana ihtiyaç kalmadı durum böyle olunca semercilikte bitti. Hayvancılık artık son dönemini yaşıyor. Herkes lükse alışmış. Önceden at binmek ihtiyaçtı şimdi ise lüks oldu. Bizi ayakta tutan Erzurum’a has olan ata sporumuz cirittir, 40 sene önce işlerimiz çok yoğundu. Sipariş bile yetiştiremiyorduk. Doğunun her yerinden sipariş aldığımız oluyordu. Yaklaşık olarak bu mesleği icra eden 50 dükkan vardı. Ama şimdi tek ben kaldım. Benden sonrada bu meslek biter” dedi.
Çul: Beygir, katır, eşek gibi hayvanların sırtına yük bağlamak ve binmek için kullanılan ağaç bir iskelet üstündeki hasır/sazla doldurulmuş alt kısmı keçe, üst kısmı genellikle desenli kilim veya çul ile kaplanmış bir tür yatak tır. Çula, semer de denilir.
Çul yapanlara, çulcu veya semerci denir. Sırt hamallarının sırtlarında taşıdığı arkalığa da semer denir; bu iki semer birbirinden farklıdır, karıştırmamak lazım.
Eskiden göçebe toplumlar, kervanlar, seyyar satıcılar, köylüler... eşya ve yüklerini üzerlerinde çul/semer olan hayvanlar sayesinde kolaylıkla taşıyabiliyorlardı. Bu çul sayesinde hayvanların vücudu taşıdıkları yüklerden ötürü zarar görmeleri engellenmiş, korunmuş olunurdu. Ayrıca binicilerin at, katır ve eşek üzerinden düşmemesi ve/veya kaymaması da sağlanmış olunurdu.
Çulcunun ölçü birimi ya karışları veya çula attığı çentikleriydi. Çulu yapılacak hayvanın ölçüleri bunlarla alınırdı. İyi bir ustanın elinden çıkan çul, hayvanın sırtına vurulduğunda hayvana kesinlikle zarar vermezdi, bir takım elbise gibi hayvanın üzerine otururdu. Çulcular zaten kendilerini " hayvan terzisi " olarak nitelendirirlerdi.
İyi bir çulcu, hayvanın boyun bölgesine gelen kısmı dikerken dikiş aralarına mavi boncuk koymayı ihmal etmezdi.


Çul yapımında, ağaç iskeleler, keçe, kilim, hasır veya kamış, deri kemerler, gınnap/kırnap ve çeşitli ip türleri gibi malzemeler kullanılırdı. Çulcu çul yapımında iğne, çuvaldız, makas, keski, biz, keser, testere, çekiç gibi aletler kullanırdı.
Çul veya semer, bir zamanlar yük ve binek hayvanlarının vazgeçilmez bir donanımıydı. Binlerce yıl ulaşımda kullanılan at, katır ve eşeklerin yerini motorlu taşıtların alması; karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu ulaşımının gelişmesi ve yaygınlaşması neticesinde çulculuk/semercilik kaybolan bir meslek durumuna düştü.
Ergani'de 1960'lı yıllarda Çulcu Fedli (Aydın) çulcuların piriydi diyebilirim.
4-Arzuhalcilik:

Arzuhalci, ücret karşılığında mektup, dilekçe vs. yazan kişiye diyoruz.Bilmeyen yoktur sanırım.Arzuhal Türkçe bir tabir değil görüldüğü üzere Arapça kökenli bir isim ve arzuhal dilekçe demekmiş.Araştırıken bizde yeni şeyler öğreniyoruz :)
Osmanlı döneminde Arzuhalcilik bir teşkilata bağlı olarak resmi müsaade ile yapılırmış.Eskiden sokaklarda çokça görürdük ama artık yok denecek kadar az. Bizim gördüğümüz kadarıyla Adliyenin hemen yan tarafında yan yana oturan ve hiç boş kalmayan 4-5 arzuhalci var ama o kadar. Yazımızında başında bahsettiğim gibi Osmanlı döneminde, devlete yapılacak başvurulara aracılık etmekle görevli kişilere ‘arzuhalci’ denilirdi. 1762’de padişah fermanı ile başlayan arzuhalcilik, 1865’te çıkarılan bir başka yasa ile sona erdirildi. Ama arzuhalcilik mesleği zor da olsa bugüne kadar varlığını sürdürdü. Yasalara rağmen devam eden arzuhalcilik mesleği bugünlerde teknolojiye yenik düşüyor. Arzuhalcilik mesleği Türkiye'nin bir çok ilinde az sayıda da olsa devam etmektedir.
Arzuhalcilik mesleği ile ilgili yurt dışı kaynaklarını araştırdık fakat tam olarak arzuhal mesleğine rastlamadık.. Kaybolan mesleklerin korkulu rüyası teknolojinin gelişmesi olduğu olduğu gibi arzuhalciliğin azalmasının hatta kaybolur düzeye gelmesinin sebebide teknoloji diyebiliriz...Br kaç gün sonra Arzuhalcilerin fotoğraflarını ve daha fazlasını sizlerle paylaşacağız. Takipte kalın...
5-Nalbantlık

Gelişen teknolojiyle birlikte kaybolmaya yüz tutan meslekler arasında ilk sırayı nalbantlık almaya başladı. Bir dönemin en popüler mesleklerinden biri olan nalbantlığa olan talebin düşmesiyle birlikte nalbant ustalarının sayısı da parmakla sayılacak kadar azaldı.
Günümüzde birçok insana "nalbant kimdir?" diye sorulsa, yanıt vermede birçok kişi zorlanacaktır.
Binek hayvanlarının tırnakları zamanla aşındığı için tırnakların aşınmasını korumak amacıyla hayvanların ayaklarının altına demircilerin yaptıkları nal çakılırdı bu nal çakma işlemini yapan kişiye naldan türeyen Nalbant ismi zamanla yerleşti.

Binek hayvanlarına bağlı olarak ortaya çıkmış bir sanat olan nalbantlık, demircilikle birlikte geliştiği söylenir. Orta Asya'dan beri bilindiği tahmin edilmektedir. Motorlu araçların pek yaygın olmadığı zamanlarda çok tutulan meslek olan nalbantlık, köylerde çok itibarlı olan bir meslek dalıdır. Kurtuluş Savaşında Türk Ordusunda taşımacılık yapacak kamyon gibi araçlar olmadığından, mühimmat hayvanlarla taşınılıyordu. Taşıma işi kağnılarla çeşitli hayvanlar yapıyordu. Binlerce öküz, at, eşek ve katır cepheye silah, yiyecek gibi mühimmat taşırken, öküzleri, at, katır gibi hayvanları nallayacak nalbant zor bulunurdu. Nalsızlıktan hayvanların ayakları yara oluşurdu. Bunun için Büyük Taarruzdan önce Konya'da ordunun ihtiyacı için, geçici bir süre nalbant okulu açılır. İşi öğrenenler de uygulamalı sınavı başarı ile geçince diploma
 
6-Süpürgecilik:

Trakya'da üretilen el emeği göz nuru çalı süpürgeciliği gelir kapısı olmaktan çıkıyor. Kırklareli'nde uzun yıllar en önemli geçim kaynağı olan süpürgecilik mesleği, teknolojinin gelişmesi ve elektrik süpürgesinin yaygınlaşmasıyla birlikte eskisi gibi rağbet görmüyor.Kentte baba mesleğini sürdüren ve sayıları bir elin parmakları kadar kalan süpürge ustaları, başka meslek öğrenecek ya da başka işte çalışacak yaşı geçirdikleri için daha çok kırsal kesimdeki talepleri karşılamak amacıyla üretimlerini ısrarla sürdürüyor.
Kırklareli'nde 45 yıldır süpürge imalatçılığı yapan Erol Kırca, 30 yıl önce bir devlet memurundan daha fazla kazandıklarını söyledi. Öyleki insanlar 30 yıl önce memur olmaktansa süpürge imalatçısı olmak istiyormuş. Kırca, geçmişte süpürme imalatı işyeri bulunanların günümüzde ise işyerlerini kapatarak, işçilik yaptığını kaydetti. 70 süpürge imalatçısından 10 kişi kaldıklarını anlatan Kırca, "Teknoloji geliştikçe işyerleri kapanmaya başladı. Bir zamanlar patronluk yapan kişiler işçi oldu. Süpürgeye rağbet her geçen gün düşüyor. Dikilen süpürgeleri de dar gelirli aileler alıyor. Artık her evde elektrikli süpürge var. Günümüzde vatandaşlar çalı süpürgeleriyle yalnızca merdivenleri, kapı önlerini süpürüyor. 1-2 yıl içerisinde süpürge dikim işi iyice biter. Süpürgeye ilgi olmadığı gibi kalfa bulmak da zor. Süpürgecilik artık para kazandırmıyor. Bu işi sürdürenler de emekliler. Onlar da zar zor ayakta durmaya çalışıyor.'' dedi.
Bir başka süpürge imalatçısı Cenk Tırpan ise el emeği göz nuru süpürgecilikten gelir elde etmekte zorluk yaşadıklarını kaydetti. Bir süpürgeyi 25 kuruşa diktiklerini belirten Tırpan, 2 süpürge diktiklerinde bir çay içebildiklerini ve günde 50 civarında dikim yapabildiklerini kaydetti. Kırklareli'nde üretilen el süpürgelerinin tanesi 3-6 lira arasında satılıyor.
7-Çerci (sokak satıcısı ):

Mahallenize sokak satıcıları uğrar mı? Hiç bir kış akşamı dışarıdan gelen, "Bozaaaaa…" sesiyle pencereye koştunuz mu? Ya da bir eskicinin sokağınızdan geçerken, "Eskicii… Eski kap-kacak, alüminyum, bakır, demir alırım." dediğini duydunuz mu? Sahi nerede bu sokak esnafı?
Bir Osmanlı geleneğinin uzantısıydı sokak satıcıları. Kalaycılar, yün atımcıları, çerçiler, bozacılar, yoğurtçular ve daha birçok satıcı kapımıza kadar getirirdi mamullerini. Hiç unutmuyorum yıkık dökük viranelerden eski demir ve paslı çivi toplayıp yolunu gözlerdik çerçinin. Günleri az çok belliydi onların; salı, perşembe günlerinde uğrar, topladığımız demirler karşılığında ya naylon malzeme ya da keçiboynuzu alırdık onlardan. En çok da keçiboynuzunu tercih ederdim. Bir dirhem şeker tadı alabilmek için dakikalarca ağzımızda gevelerdik keçiboynuzunu. Sonra mahalle kadınlarının ilgi odağıydı çerciler. Evinde kullanmadığı işe yaramaz eşyalarını getirip karşılığında incik boncuk alırlardı çerçiden.
Bir vakit, İzmir’de Basmane semtinin Kadifekale`ye uzanan; dar sokaklı, yokuşu bel tutturan, insanların oflaya puflaya çıktığı bir mahallesinde oturmuştum. Ahşap yapılı eski Rum evleri vardı sokağımızda. Bahçelerinde incir, nar ve zeytin ağaçları salınırdı bu evlerin. Sokak satıcıları hiç eksik olmazdı mahallemizde. Daha önemlisi her satıcının farklı bir dili vardı kendini tanıtan. Mesela yoğurtçu asla "Yoğurt" diye bağırmıyordu. Bunun yerine manasını sadece mahalle sakinlerinin anladığı garip bir sözcük kullanıyordu. Sokağa gelince, "Maaaa…" diye uzunca bağırıyor, az sonra evlerinin kapılarında elinde kaplarla beliren kadınlar görüyordum. Mesela bozacı farklı bir şifre söylüyordu, sütçü farklı ve diğer satıcılar da buna benzer başka bir şifre ile söylüyordu diyeceklerini. Bir seferinde yoğurtçunun yanından geçiyordum. Yine "Maaaa…" diye bağırınca yanımdaki arkadaşıma sesli bir şekilde, "Ne diyor bu satıcı?" diye sordum. Beni duyan satıcı yeniden bağırmaya başladı: "Yoğurtttt…" Muhtemelen yabancı olduğumu düşünmüştü. Yoksa bu sesi duyan mahalle sakini anlıyordu onun ne dediğini.
Evlerimizde bakır kapların yerini çelik ve cam kaplar alınca önce kalaycılar kayboldu sokağımızdan. Sonra yün yatak ve yorganların yerini elyaf aldı da böylece yün atımcıları da terk etti sokağımızı. Çerçi şimdilik yerini koruyor. Fakat hızlı büyüyen kentler ve marketler yoğurtçuların işlerini zorlaştırdı. Şimdilerde onlar da nadir uğruyor sokaklarımıza. Kim bilir bu gidişle çok geçmeden onlarda tarih olacaklar.
Öğrencilik yıllarımda Türkçe dersimizde öğretmenimiz sınıfa, "Suvağacı nedir?" diye bir sual sordu. Elli kişilik sınıfta yalnız bir arkadaş bildi bu kelimenin anlamını. Manisa`nın köylerinden olan arkadaşım: "Omuza konulan bir uzun ağaçtır. İki ucuna bakraç takılır. Genellikle uzak yerlerden su taşımak için kullanılır." dedi. Öğretmenimiz cevabı onayladı ve bizlere şu manidar açıklamayı yaptı: "Arkadaşlar, kelimelerin de insanlar gibi ömürleri vardır. Doğar, yaşar ve ölür. Bir kelimenin ölmesi ona duyulan ihtiyaçla ilgilidir. Ihtiyacınız kalmadığında sessizce aramızdan ayrılır ve tarihin tozlu sayfalarında yerini alır. Bakın "Suvağacı" kelimesini bir arkadaşınız bildi. Muhtemelen köydeki evlerine henüz şebeke suyu ulaşmamıştır da ondan. Yarın bir gün onların köyüne de su tesisatı döşenecek, böylelikle "Suvağacı" kelimesi ölecek ve yeni nesiller onu tanımayacaklar."
Düşünüyorum da sokaklarımızın tadı tuzuydu sokak satıcıları. Her daim yolu gözlenen, kulakların aşina sesiydi onlar. Şimdiki nesil onları bilmiyor ve belki de hiç bilmeden büyüyecek. Aramızdan bir bir eksilen değerlerimiz gibi onları da yitireceğiz bu gidişle. Siyah beyaz Türk filmlerinin karelerinde kalacak onların görüntüleri. Belki de bir daha, "Sütçüüü…" diye bağıran bir ses duymayacak kulaklarımız. Bu vesileyle haftada bir de olsa kapısı çalınan insanlarımızın kapısı çalınmayacak artık. Öldükten üç gün sonra fark edilen insan manzaraları yaşıyorsak bugün; işte elektrik telleri gibi insanlar arasında irtibatı sağlayan bu değerlerimizi yitirdiğimiz içindir. Lütfen sokaklarınıza dikkat edin! Evinizin önünden geçen son satıcılarla tanışmayı ihmal etmeyin. Onların yaşamalarına imkân tanıyın. Zararı yok, getirdikleri süte güvenmiyorsanız da alın ve bir sokak kedisine hediye edin. Inanın bu süt sadece sokak kedisine değil, aynı zamanda sokak satıcısına da hayat verecektir.
8-Kilimci :

Gaziantep'te yarım asırdır kilim dokumacılığı yapan ve 15 yıldan beri de kilim iplikleriyle tuvale resim yapan Süleyman Ercan, (72) mesleğin kendisiyle birlikte yok olmasından korkuyor.
Gaziantep'te yarım asırdır kilim dokumacılığı yapan ve 15 yıldan beri de kilim iplikleriyle tuvale resim yapan Süleyman Ercan, (72) mesleğin kendisiyle birlikte yok olmasından korkuyor.
Yıllardır mesleği birilerine öğretmek için çaba harcadığını ancak bir türlü fırsat bulamadığını belirten Ercan, yetkililerin kendisine destek vermesini istiyor.
Evinin alt katında el yapımı tezgahında kilim ipliklerini sanata dönüştürerek resim yapan Ercan, el sanatı merakının kendisini bu alana yönelttiğini söyledi.
Resimlerin yapımının nakşın çeşidine ve detaylara göre süresinin uzadığını belirten Ercan, "Bu merak bende yarım asırdır devam ediyor. Bu mesleği ben yaptım ama benden sonra devam ettirecek kimse yok" dedi.
"İnsanlar böyle bir sanatın olduğunu bilsin" diyen Ercan, "Bana öldükten sonra meşhur olacağımı söylüyorlar. Kardeşim benim ölümümü beklemeyin. Ben hayattayken birilerine bu mesleği öğretecek fırsatı verin" diye konuştu.
Tuvaldeki resimlerin 30 -40 çeşit iplikten yan yana getirilerek yapıldığının altını çizen Ercan, resimlerin hepsinin el emeği ve dokuma işi olduğunu vurguladı.
Kendi durumunu ünlü ressam Picasso ile kıyaslayan Ercan, "Picasso gelen misafirlerine yemek yedirmek için esnaftan eşya alır yerine resimlerinden hediye edermiş. Bugün Picasso'nun bir resmi milyon dolar ediyor. Bana da diyorlar ki; sen de Picasso gibi öldükten sonra meşhur olursun diyorlar. Ben meşhur olmak istemiyorum. Bu meslek benimle beraber mezara gitmesin. Bunu yeni nesle aktaralım diyorum" ifadelerini kullandı.
Resim sergisini gezen Oya Aykaç isimli ziyaretçi ise, Gaziantep'i gezmek için geldiğini belirterek, "Böyle bir sanatı görünce çok şaşırdım. Resim normalde fırça ile yapılır ancak usta dokuma ile bu sanata farklı bir boyut getirmiş. Bu büyük bir emek. Burada bir ilmeğin bile yanlış dokunması resmi alt üst eder. Ustamıza helal olsun ellerine sağlık. Gerçekten harika eserler yapmış" şeklinde konuştu.
Süleyman Ercan'ın kilim iplikleriyle yaptığı resimlerinden oluşan sergi, Kaleoğlu Mağarasında sanatseverlerin ilgisini bekliyor.
9-Sepetçi:

Sepetçilik mesleği yok oluyor
Yazı Boyutu Kaynarca'ya bağlı Topçu Köyü sakinleri, 150 yıldır yaptıkları sepetlerden para kazanamamaktan şikayetçi.
Dede mesleğini sürdürmekte kararlı olduklarını ve yaklaşık 150 yıldır sepet yaptıklarını söyleyen Topçu Köyü sakinleri, sepetlerini satmak için müşteri bulamadıklarını ifade etti.
Yaptıkları sepetleri satmak için pazara götürdüklerini belirten vatandaşlar, günlük ise 5 YTL kazanabildiklerini belirtti.
80 haneli köyde 60 hanenin sepetçilik ile geçimini sağladığını söyleyen köy sakinlerinden Bayram Uz, "Dede mesleğini yaşatmak istiyoruz ama artık sepetler ilgi görmüyor.
Kestane ve çam ağacından yapılan sepetlerin malzemeleri de pahalı olunca günde 1 sepet yapabiliyoruz.
Bu sepeti satabildiğimiz takdirde ise sadece 5 YTL kazanıyoruz" dedi.
40 yıldır sepet yaptığını belirten Uz, "Dededen toruna geçen bu el becerisini ben de çocuklarıma öğrettim.
Ancak onlar çok fazla getirisi olmadığı için bu işi yapmak istemiyor. Sepetçiliğin bitmesini istemiyorum. Bu nedenle bu mesleğe sahip çıkılsın" diye konuştu.
10-Şerbetçi

Meyve suyu, şeker veya meyan kökünden elde edilen içeceğe şerbet , bunu yapıp özel kaplarda satanlara da şerbetçi denir. Pekmezin sulandırılmışına da şerbet denilse de, bu şerbetle; meyve suyu veya meyan kökünden elde edilen şerbeti karıştırmamak lazım.
Sırtta taşınan özel şerbet kabı gügüm ya sarı bakırdan ya da galvaniz sacdan yapılır. Şerbet sıcak aylarda satıldığından, soğuk kalması için, çok eskiden içersine kar atılırdı. Elektrik kullanımının yaygınlaşması ve her türlü soğutucuların imal edilişi sonucu, sonraki yıllarda buz atılmaya başlandı. Şerbetçi kabının yanında bir özel kap daha bulunurdu. Bu ufak kap, su matarası da olabilir. Şerbetçi müşteriye şerbet vermeden önce bardağı bu mataranın suyuyla ya yıkar ya çalkalardı. Bir de şerbetçinin beline takılan süslü, gümüşi madenden yapılmış bardakların konulduğu ve tasların zincirle bağlı olduğu bele takılan bardak göğüslüğü bulunurdu.
Şerbetçi meydanda, caddelerde şerbetini satarken; kendi sesini sarı bakırdan yapılmış küçük çıncın tasını şerbet kabının musluğuna veya tasları birbirine vurarak çıkarılan sesle ustalıklı bir uyum sağlayarak satışına törensel bir hava verirdi.
Ergani'de benim hatırladığı kadarıyla en çok vişne şurubu, limonata ve meyan şerbeti yapılırdı. Yapılan bu şerbetler kahvelerde, parklarda; gezgin şerbetçiler tarafından da sokakta satılırdı. Yazları özel olarak evlerde, Ramazan aylarında, dini bayramlarda, nişanlarda, düğünlerde de şerbet yapılır ve hane halkına, misafirlere ikram edilirdi.
Şerbetlerin içersindeki meyve, şeker ve su oranlarının ne oranda olacağı ve hijyenik koşullarda yapılıp yapılmadığı ustanın hüner ve vicdanına kalmış bir şeydi; ustanın işine karışılmazdı! Burada şunu da yazmam gerekir; meyve yerine, meyve aroması veya boyadan yapılmış olan şerbetler hakiki meyveden yapılmış şerbet gibi satan vicdansızlarda çoktu.
Ergani'de benim bildiğim tek bir şerbetçi vardı: Ergani'nin sembollerinden biri olan Şerbetçi Avé Susi Zülfükar.
Vişne şurubunun yapılışı:
Önce taze vişne veya kurutulmuş vişne meyvesi yıkanır. Bir kabın içersinde üzerine toz şeker dökülür. Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir ve ince bir süzgeç veya tülbentle bir başka kaba süzülür. İsteğe bağlı olarak içersine çok az limon tuzu ve çok az yemek sodası da atılabilinir. En sonunda içersine kar veya buz atarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.
Limonatanın yapılışı:
Limon temizce yıkanır, sonra hem kabuğu hem de iç yemiş kısmı bir kaba rendelenir. Üzerine toz şeker dökülür. Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir. İnce bir süzgeç veya tülbentle bir başka kaba süzülür. Limondan tasarruf etmek isteyen bazı meslek erbapları bu karışımın içersine bol miktarda limon tuzu katarlardı: Ucuza limonata elde etmek için.
En sonda vişne şurubunda olduğu gibi içersine kar veya buz atılarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.


Meyan şerbetinin yapılışı:
Doğal olarak aktar veya baharatçılarda satılan Meyan kökü alınır. Kök, bir kabın içersine konulup üzerine su ilave edilir. Yaklaşık 5-6 saat beklenir, sonra meyan kökünün bulunduğu kaptaki sıvı temiz bir tülbentle veya ince bir süzgeçle süzülür. Elde edilen meyan şerbetidir. İçersine hiçbir şey katılmaz, ama isteyen içine çok az tarcın atabilir. Soğutulup içilmesi için ise, içersine sadece kar veya buz atılır ya da bir soğutucuda bekletilir.
Gaziantep’in en eski mesleklerinden biriside meyan şerbetçiliğidir.Bu mesleğin Gaziantep deki öncülerinden Şerbetçi İmam ve Mustafa Budumlu çocukları Şükrü,Hasan,Sait,Adil ve Habeş,Bahittin Budumlu;ve damadı Şerbetçi Hacı Hasandır.
Şuan 6.kuşak olan Halil Gezer bu mesleğin son temsilcilerinden birisidir.
Meyan şerbeti bir şifa kaynağı.Dünyanın en eski ilaç hammaddelerinden biri.Şu an Batıda Kanserden kemik erimesine mide rahatsızlığına kadar bir çok hastalığın tedavisi için araştırmalar yapılmakta.ABD de AİDS ve hepatitlerin,Çin de ise SARS gibi hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır.İşte bu şifa kaynağının temsilcilerinden olan Halil Gezer çok emek isteyen bu işi yapmakta azimli.Çünkü bu işi çok seviyor.Bir dede mesleği ve sonrasında baba mesleği.Aslında şerbet tüm alile fertlerinin çalışmasının bir ürünü.Hem emek hem lezzet hem de titizizlik.
Şerbetçi Halil Usta ; Sebillere,fuarlara,organizasyonlara,protokollara,düğünlere,cenazelere,mevlütlere,Ramazanda Gaziantep Ticaret Odasına,Önemli açılışlara , meyan şerbetini bardaklarla konuklara ikram eder.Bu mesleğin son temsilcilerinden olan Halil Gezer .Dedesinin yerinde karagözde çocuklarıda Nizip caddesinde şerbet dağıtımı yapmaktadırlar.
Ayrıca evlerinde paket olarak satımı yapılmaktadır.Her sabah şişelerdeki meyan şerbetini kuyumcular, doktorlar ,avukatlar ve esnaflar,gelen konuklarına ikram etmek için Halil ustadan almaktadırlar.
MEYANKÖKÜ BİTKİSİNİN YETİŞTİĞİ YERLER
Tarihte Yunanlılar, Mısırlılar, Çinliler ve Hintliler gibi birçok toplum tarafından da kullanılmış olan meyan kökü, Güney ve Orta Avrupa'da vahşi doğada yetişiyor; Rusya, İspanya, İran ve Hindistan'da ise özel olarak yetiştiriliyor. Meyan kökü geleneksel Çin doktorluğunda sıkça kullanılan bir bitki. Çinliler diğer bitkilerle karıştırarak meyan kökünün canlılık vermesini sağlıyorlar.
Haziran-Temmuz ayları arasında sarı-mavi veya kahverengi çiçekler açan, 0,4-2 m yüksekliğinde, çalımsı bitkilere "meyan" denir. Yaprakları parçalıdır, yaprakçıklar 4-7 çiftlidir. Çiçekleri başak şeklindedir. Taç ve çanak yaprakları iki dudaklıdır, üst dudak iki kısa dişli, alttaki üçü uzun dişlidir. Meyan bitkisinin 6 türü Türkiye'de yetişmektedir. Daha çok Güney, Orta ve Doğu Anadolu'da yaygınlık göstermektedir. Bir kısmının kökleri tatlı, bir kısmının ise acıdır.
Bitkinin kökleri, meyan kökü olarak tanınmakta ve kullanılmaktadır. Köklerinin kabuğu soyulduktan sonra veya soyulmadan önce güneşte kurutularak piyasaya sürülür. Bileşiminde nişasta, şekerler, zamk, rezin, glisirrizin vardır. Glisirrizin şekerden daha tatlı bir bileşiktir. Köklerdeki miktarı, bölgeden bölgeye değişir ve köklerin de etkili maddesidir.
Meyan bitkisi, Dünya’nın pek çok yerinde ken­diliğinden yetişen çok yıllık otsu bir bitkidir. Ükemizde; Trakya, Marmara bölgesi ve Karadeniz sahilleri hariç tüm Anadolu’da özellikle akarsu ke­narlarında yetişir. Çoğunlukla; Muş, Bingöl, Kars, Siirt, Diyarbakır, Urfa, Antakya ile Ege Bölgesinde ve Çukurova’da; bölgemizde ise yaygın olarak Birecik'te ve Fırat Nehri kenarlarında bolca yetişmektedir. Bölgemizde yetişenlerin üstün kalitede olduğu bilinmektedir.
BİTKİNİN ÖZELLİKLERİ
Bitkiler aleminin Leguminosac familyasında Glycyrrhiza glabra ismiyle yer alan bu bitkinin esas kullanılan kısımları üç senelik kuru kök ve rizomlarıdır. Meyankökü bitkisi 90-120 cm boyunda, gövdesi yukarıya doğru veya yataydır. Bileşik yapraklıdır. Salkım şeklindeki çiçekleri ise genellikle mavimsi veya koyu leylak renginde olup haziran ve temmuz aylarında açarlar. Kökleri 0,5-2,5 cm çapında ve 15-50 cm uzunluğunda silindir çubuklar halindedir.
Tadı önce tatlı, sonra acımsıdır. Kabuklu olanları esmer renkte, kabuğu soyulmuş olanlar ise sarı renktedir.
Meyankökünde nişasta, şeker, zamk, reçine, flavon türevleri ve glisirizin bulunur. Glisirizin, glukozit yapısında bir madde olup meyan kökünün etkili maddesidir. Tadı şekerden elli kat tatlıdır. Köklerdeki oranı İ 5-13 arasında değişir.
TIBBİ ÖZELLİK VE FAYDALARI
Meyankökü, özü ve şerbeti çok eski yıllardan beri gerek halk, gerekse hekimler tarafından çeşitli hastalıklarda kullanılmıştır.
Bu içeceğin içinde İ 10 kadar bitkisel tabii şekerin yanı sıra, balgam ve idrar söktüren Benzoatlı maddeler yer almakta olup, ayrıca tükürük çoğaltıcı ve terlemeyi kolaylaştırıcı, reçine ile köpüren ve renk veren maddeler de bulunmaktadır.
Böbrek rahatsızlıklarının giderilmesinde idrar söktürücü olup, böbrek ve idrar yollarındaki taşları düşürdüğü bilinmektedir.
Her türlü öksürük ile bronşların temizlenmesinde, göğüs yumuşatıcı ve balgam söktürücü olarak sabah akşam ağıza nohut büyüklüğünde meyan balı alınarak emilir.
Nefes darlığına iyi gelir ve aynı zamanda sesi güzelleştirir.
Mide ile onikiparmak bağırsağındaki ülsere, gastrite ve sinir zaafiyetine iyi geldiği görülmüştür.
Susuzluğu giderir, iştah açar, vücuda serinlik ve zindelik verir.
Hazmı kolaylaştırır, bağırsaklara rahatlık verir ve kabızlığı giderir.
ılaç sanayinde ise, tabletlerin hazırlanmasında kullanılmaktadır.
MEYAN ŞERBETİNİN YAPILIŞI
Meyankökü topraktan söküldükten sonra üs­tündeki toprak, çamur gibi tabii kirler temizlenerek ortalama 20 cm uzunluğunda kesilerek güneşte veya sıcak bir yerde kurutularak saklanır. Bu köklerin tatlı ve güzel bir kokusu vardır. Daha sonra bu çubuklar tokmakla dövülüp elyaflar haline getirilir. Sonra “teşt”e (bir tür büyük leğen) konur, üstüne bir miktar su serpilir.Bu işlem birkaç kez tekrarlanır. Daha sonra kitle yeterli oranda ıslanınca tahtadan yapılmış bir teknenin içine konulur. Birkaç saat sonra teknenin ön tarafındaki delikten, ıslak olan meyankökü elyafından şerbet süzülmeye başlar. "Teşt"te birik­meye başlayan şerbet özüne belli bir oranda su ka­tılır. Teşt içindeki şerbet, tasla bir müddet karıştırılır. Bu arada köpükler oluşur ve bu köpükler tas ile alınarak teknedeki meyankökü elyafının üzerine dökülür. Köpükler, elyafın özündeki maddenin daha iyi çözülmesiyle şerbetin berrak ve lezzetli olmasını sağlar. Teştte biriken koyu kıvamdaki şerbet güğüme konulur, belli bir oranda su ilave edilip karıştırılır ve buz parçaları da konularak satışa çıkarılır. Usta şerbetçiler buz parçalarını, krom sacdan ya­pılmış ince uzun ve ağzı kapalı bir termosa koyarak güğümün içine bırakır. Bu şekildeki soğutmada eriyen buzun suları şerbete karışmaz.
Çok eskiden buz yapan makineler olmadığından kışın “karlıklar"da biriktirilen karlardan konulurmuş.
ŞERBETİN SATIŞI VE GÜĞÜMLER
Şerbetin satılacağı güğümler çeşitli büyüklük­lerdedir. Bunlar 30-40 litre arasında değişen büyüklüktedir. Sarı pirinç veya bakırdan yapılan bu gü­ğümler temiz ve kalaylıdır. ışlemeli ve gösterişli güğümlerin yanısıra, galvanizli sacdan yapılmış sade olanları da bulunmaktadır.
50-60 yıl öncesinde tuluklarda da şerbet satılırmış.
Büyük güğümlerle ve içine bolca buz atılmış vaziyette sırtında şerbetini dolaştıran şerbetçi, geldiğini belli etmek için tunçtan yapılmış üç-dört adet çıngırağı veya elinde taşıdığı küçük tunç tabakları birbirine ritimli vurarak dolaşır.Bu dolaşma esnasında yüksek bir sesle ; "Soguk şerbet buz gibi", "Yürek Sogutuyy ", "Her Derde Deva " diyerek, çarşı esnafına ve çarşıda gezenlere sesini duyurur. Güzel sesli bazı şerbetçiler ise espirili sözlerle satışını sürdürür. Bazı şerbetçiler imalat yaptıkları dükkânlarında satış yaparlar.
ŞERBET SATIŞINDA BAZI KURALLAR
Şerbetçi, şerbet satarken bazı kurallar uygular. Bunların başlıcaları şöyledir: Dükkan sahiplerine veya dükkândaki misafirlere şerbet verdiği zaman genellikle hemen parasını almaz. Bununla ilgili ola­rak, dükkânın kepenk veya darabasının yan tara­fındaki tahtaya verdiği şerbet sayısını belirten bir çizgiyle işaret koyar. Bu satışların toplamını haftadan haftaya veya aydan aya alır. Hesap görüldük­ten sonra bu çizgiler hemen silinir. Mırracılar da aynı işlemi yaptıkları için çizgi yerleri ve nüansları ayrıdır.
Başka bir kural ise, müşterisi olan bir dükkâncıya yolda rastlayan şerbetçi bu müşterisine şerbet verdiği zaman bu satıştan para almaz ve o kişinin hesabına daha sonra ekler.
Bazı şerbetçiler fakir kimselerden para almazlar. Yine bazı şerbetçilerimiz çarşı-pazarda gördüğü ga­ribanlara, alış veriş için dolaşan yabancılara şerbet ikram ederler. Bu kişiler, "Biz istemedik ” derlerse de şerbetçi, “Benden ” deyip ikramında ısrar eder ve yabancılar bundan çok memnun olurlar.
RAMAZAN SOFRALARINDA
Sıcak yaz aylarındaki Ramazanlarda iftar sofra­sında Meyan Şerbeti bulundurmak Gaziantep’de vazgeçilmez bir tutkudur. Öğlenden sonra şerbetçilerde oluşan kuyruklar iftar saatine kadar devam eder. Poşet içindeki şerbetini eline alan Antepli, büyük bir keyifle yorgunluğu biraz azalmış bir şekilde evinin yolunu tutar.
ŞERBETİN SEBİL EDİLMESİ
Bazı hayırsever kimseler çarşıda gezen bir şerbetçi ile anlaşarak güğümündeki şerbetini ücretsiz olarak halka dağıtmasını ister ve şerbetçiye bunun ücretini öder. Şerbetçi de bu işi yaparken “sebil, sebil” diye bağırarak yoldan geçenlere ve o anda etrafında bulunanlara şerbeti bitinceye kadar dağıtmaya devam eder. Ayrıca cuma günleri namaz bitiminde cami önlerinde ve mezarlıkta cenaze defnedildikten sonra şerbet sebil edenler olur. Bu güzel gelenek Antep'de halen devam etmektedir.
Karcılık

Karcılık çok zahmetli bir iştir. Kışın yağan kar, dağlarda kayaların güneş almayan tarafında gölgelik kısımlarda istiflenip saklanarak yazın kavurucu sıcağında içilecek suyun, ayranın veya şerbet gibi içeceklerin içine atılırdı. Ayrıca dondurma yapımında kullanılırdı.
Yazları içine kar atılmış soğuk içecekler sıcak havalarda yürek ferahlatırdı.
Kar basarken, önce dağda kayaların dibinde veya oyuğunda güneşten fazla etkilenmeyen bir yerinde yer seçilir. Seçilen bu yerin taşı ve toprağı atılır, yer temizlenir ve düzeltilir. Üzerine saman ve tuz serpilir. Sonra bu düzeltilen yerin üzerine bir kat kar, bir kat tuz atılır ve küreğin tersiyle, loğla sıkıştırılır. Bu sıkıştırılmış kar yığınının üzerine bir kat daha kar atılır ve tekrar bunun da üzerine tuz serpilir ve aynı şekilde sıkıştırma yapılır. Her kat kar atımında bu işlem aynen tekrarlanır. Düzenlenen yerin hacmi dolunca, kar yığınının üzerine tekrar tuz serpilir ve kar yığınının tümü üzerine kalınca saman serilir. Ve bu defa saman sıkıştırılır. Böylece kar yığını hazırlanmış olunur.
Yazın kar yığınından kar çıkartılacağı zaman da, önce saman kar yığınının üzerinden sıyrılır, sonra kar testereyle kalıp şeklinde kesilir ve bir telise sarılarak yük hayvanlarına yüklenerek meydanda satılmak, dondurma yapılmak üzere ve de lokantalara, kahvelere satmak için çarşıya getirilirdi.
Kar basada tuz iki nedenden dolayı kullanılmaktaydı. Birincisi, kar çabuk erimesin. İkincisi de, kar kurtlanmasın diye. Peki, kar kurtlanır mı? Bunu Karcı Edo'ya (Adnan Ergezer'e) sormalı.
Hatırladığım kadarıyla, Ergani'de en iyi karı Makam Dağı'nın arkasında Efe Osman (Uğur), Karcı Memet (Mehmet Acar) ile Bavo Hocanın oğlu Karcı Mamut (Mahmut Ergezer) basarlardı.
Elektriğin yaygın kullanımı sonucu önce buzhaneler çıktı, sonra da her tür ve boyda buzdolapları... Buzhanelerde buzun bolca üretilmesi ve ardından buzdolaplarının evlerde en çok aranan bir gereç olması karcılığın ölümüne oldu.
11-Takunyacı:

Takunyacılık Meslegı Ortadan Kalkıyor
Turkiye'de ozellikle on yil oncesine kadar evlerde kullanilan ve gunumuzde sadece camilerde ve tekkelerde kullanilan takunyalar yavas yavas hayatimizdan cikmaya basladi. Gunumuzde evlerimizin duvarlarina sus esyasi olarak aldigimiz takunyalarin uretimi hayatimizdan kalkiyor. Kavak agacina sekil verildikten sonra uzun sure bekletilen takunyalara hediyelik esya olarak daha cok Mardin'i ziyaret eden turistler ilgi gosteriyor. Mardinli marangozcular takunyalarin uzerinde sahmeran ve tarihi mekanlarin resmini
isleyerek takunyalara olan ilgiyi artirmaya calisiyor. 50 yillik Takunya ustasi Abdi cakmak,"50 senedir takunyacilik yapiyorum. Takunya isini Mardin'de sadece iki kisi yapiyoruz. Satislarimiz sadece Midyat, estel ve Batman'a oluyor. Su anda Mardin'de satislarimiz olmuyor. Bu sanat olmus durumda. 16 yasinda bu ise basladim" dedi.
12-Yemenci

ALTI YÜZ YILLIK GELENEK

Ayağı kışın sıcak,yazın serin tutan yemeni,incelik isteyen bir zanaatın ürünü.Şimdilerde seyirlik olsa da,vakti zamanında,köylerde çiftçilerin,gelinlerin,çobanların,şehirlerde hali vakti yerinde olanların vazgeçilmeziymiş.Bugün,Gaziantep çarşısında iki usta,dededen yadigar zanaatlarını konuşturarak yemeniyi tarih sahnesinde tutmaya çalışıyorlar.
Üzeri kırmızı ya da siyah keçi derisi,tabanı ise manda derisinden yapılan topuksuz bir çeşit ayakkabı olan yemeni,günümüzde turistler ve halk oyunları ekipleri tarafından rağbet gören,günlük kullanımdaki yerini ise çoktan yitirmiş otantik değerlerimizden biri.Yemeni şimdilerde iki önemli zanaatkarın elinde şekilleniyor.
Eskiden Yüzlerce yemenicinin bulunduğu Anadolu'nun en renkli çarşılarından biri olan Gaziantep Çarşısında,sırt sırta vermiş iki dükkanda iki esnaf göz nuru döküyor.Biri,eski kuşağı temsil eden yemenici Recep Usta(Dinçerler).Dededen kalma yemeniciliği geleneksel siyah ve kırmızı üreterek sürdürüyor.Onun hemen yanı başında,Hayri Usta'nın(Çakıroğlu) dükkanında dört nesildir devam ediyor bu meslek.
Hayri usta nın oğlu Orhan Çakıroğlu başlangıçta siyah ve kırmızı renklerin büyüsüne kapılmış.Bir daha bu meslekten ayrılamamış.
Zamanla kırmızı ve siyah geleneğinin dışına çıkarak,yemeninin kapısını her renge açmış taleplere göre yeni modeller,motifler geliştirmiş.

BİR ATA GELENEĞİ

Tarih kadar eski bir ayakkabı olan yemeni,unutulmaya yüz tutuyor.oysaki Yemenicilik sanatı Gaziantep'te Babadan oğla geçen çok eski bir ata sanatı.İslam Kültürünün bir parçası olan yemeni altı yüz yıldır bu bölgede varlığını sürdürüyor.bir zamanlar her yöreye göre değişik modelleri ve isimleri olan yemeni,çevre illerde Kilis,Kahramanmaraş,Elazığda yapılırmış.Anadoludaki üretimi eskilere dayanan yemeni geleneği,Yemen'den Halep'e oradan da bize ulaşmış.Rivayete göre adı,yemeniyi ilk yapan usta Yemen Ekber'den geliyor.
Eskiden derinin yalnızca doğal rengi kullanılırken sonraları siyah ve kırmızı eklenmiş.Şimdiyse turuncusundan kahvesine,mavisinden yeşiline her renk yemeni üretiliyor.Kiminin terlik gibi arkası açık kimi ayakkabı şeklinde...Çizmesi bile yapılıyor ki,onlar da Hollywood'un film setlerine gönderiliyor.Truva filminde "Achille" rolünü oynayan Brad Pitt'in botlarını Orhan Çakıroğlu yapmış.

SABIR İSTEYEN ZANAAT

Yemenicilik kolay bir zanaat değil.Her şeyi elde yapılıyor.Yemeninin tabanı ile yüzü önce birbirine dikiliyor. Sonra içi dışına çeviriliyor.En karakteristik özelliği bu.Bir de ökçesiz oluşu...Tabanı tabaklanmış sığır ve manda derisinden yapılıyor,yani “gön"den.Yüzü ise tabaklanmış keçi derisinden yani "sahtiyan"dan.Sahtiyan'ın dört rengi var:Siyah,gül şeftali(parlak kırmızı),annabi(mor)ve sarı (sadece edik cindesinde,çizmenin kısasında kullanılıyor).İçinde ise tabaklanmış koyun derisi kullanılıyor,yani “meşin".Sahtiyan ile meşin sızı kayışı,yani tabaklanmış oğlak derisi ile birleştiriliyor.Dikimde kullanılan ipliğe "gön sızı"ya da "saya ipliği"deniyor.İpliğin gön ve meşin içinden geçmesi zor tabii. Hem dikişi kolaylaştırmak hem de çabuk çürümesini önlemek için önceden ipe balmumu sürülüyor.
Velhasıl,saytiyan ile meşin sızı ile birbirine dikiliyor.Kalan kısım bir tür yapışkan “çiriş" ile yapıştırılıyor.Ortaya beş çeşit yemeni biri çıkıyor:Halebi,Merkup,Burnu sivri,Kulağı uzun ya da eğri simli.

YEMENİ ÇEŞİTLERİ

Halebi daha çok köylerde kullanılmış,yemeninin ilk modeli.Halep'ten gelmesi nedeni ile bu adı alıyor .Yüz kısmı ayağın iki yanına doğru girintili ,burnu yüze doğru kıvrık,kulağı uzun olan model.halebi'in yüzü ayağı bileğe kadar örtüyor. Ya annabi (mor) ya da gül şeftali(parlak kırmızı)renginde oluyor.
Şehirlilerin kullandığı Merkup,Halep ve Arap menşeli.Yemeninin Yüzü kısa,arka ve yanları aynı hizada,kulaksız,burnu yuvarlak ve düz modeli.Burnu sivri,adından anlaşılacağı üzere burnu kıvrık bir model. Yüzü,kulağı,rengi ve köylerde kullanılması bakımından Halebi ile aynı özellikleri taşıyor.kulağı uzun, halebi 'de olduğu gibi Burnu sivri gibi ayağı tam örtmüyor ve Merkup gibi ayak yüzünü açıkta bırakıyor.Siyah, annabi(mor) ve gül şeftali(parlak kırmızı) renklerinde üretiliyor ve zamanında şehirlilerce kullanılıyor.
Eğri simli,Merkup gibi kısa,Burnu sivri gibi yukarı kalkık ve kıvrık.gül şeftali renginde yapılıyor ve adını aldığı üzere gümüş telle işleniyor.Köylerde kadınlar, özellikle de gelinler giyiyor. Yemeninin köylerde çiftçiler, dağlarda çobanlar ve bekçilerin giydiği Bekçi haydesiile Çiftçi haydesi olmak üzere postal çeşitleri var. Ve köylerde sadece gelinlerin giydiği, sadece sarı renkte yapılmış “edik"çeşidi de...
Söz konusu yemeni çeşitlerinin,şimdilerde ısmarlama yapılıyorsa da,geleneksel olarak on farklı numrası var: Küçük Hasbe (7 yaş),Büyük Hasbe(9-10 yaş),Bostan(34-35 numara),Zenger(38-39 numara),Ges(40-41 numara),Lorbo(42 numara),Kaba Lorbo(43 numara)Özger(44 numara),Uluayak(45 numara)ve Zeber (Hiçbir nuamaraya uymayan) Diğerleri ile karışmasın diye çiftler birbirine iple bağlanıp dükkanın duvarlarına asılıyor.
Yemeniler şimdilik sipariş üzerine dikilerek varlığını sürdürüyor.Ancak şimdiki ustaların ardından sabırlı ve gelenekleri devam ettirmek isteyen yeni ustalar gelmezse bir gelenek daha kaybolacak. Oysa yemeni sağlık açısından çok sıhhatli bir ayakkabı. Üst tabanı ile alt taban arasındaki elektriği toprağa veriyor.Ayağın hava almasını sağlıyor çünki gözeneklideri kullanılıyor.Sağlıklı günlerde kullanılması dileğiyle..
Goşkarlık
"Taşa basma iz olur
Kız kunduran toz olur"
Üstü kırmızı veya siyah deriden, tabanı ise köseleden yapılan topuksuz ayakkabılara yemeni ; bu işi yapanlara da yemenici veya köşker denilir.
Ergani'de yemeniciler goşkar denilirdi.
Goşkarlık çok eski bir meslektir. Bu mesleğe avcılıkla başlanmıştır diyebiliriz. İlk insanlar avladıkları hayvanların postlarından, derilerinden kendilerine giyecek ve yemeni yaparak bedenlerini korumaya çalışmışlardır. Hilar mağaralarındaki Goştkar Mağarası 'nı bu anlattıklarımıza örnek verebiliriz. Goştkar Mağarası, Tiyatronun bulunduğu geniş sal kayalıkların altındaki doğal mağaradır. Bu mağara, kasaphane veya yemenici mağarası olarak da bilinmektedir. Burada kayaya oluymuş bir su kaynağı vardı.
Goştkar, et işi yapanlar anlamındadır. Burada, yani Goştkar Mağarası'nda hayvan kesimi ve etle ilgili işler yapıldığı sanılmaktadır. Ayrıca bu mağaranın bitişiğindeki mağaranın ismi Şıkefta Postkara 'dır. Post/deri işi yapanlar anlamındadır. Post ve deri tabaklama işi bu mağaranın karşısındaki toprakla kaplı yerdeki havuzda yapıldığı söylenir.
Postkara Mağarası'nın bitişiğindeki mağaranın ismi de Şikefta Derraba dır. Yani hayvan palanı yapan terziler mağarasıdır.
Yemenicilik çok özen isteyen bir zanaattı.
Yemenicilikte kullanılan deriler yalnızca sumak veya mazı ile tabaklanır, kimyasal maddeler kesinlikle kullanılmazdı. Dikişler çelikten yapılmış ucu sivri delici bir alet olan biz yardımıyla çift iğne kullanılarak mumlu iple, yani gınnap/kırnap iple tersinden dikilirdi, daha sonra da düz tarafı çevrilirdi. Vücut elektriğini (statik elektriği) alsın diye, astar ve taban arasına kil tabakası konulup öyle dikilirdi.
Yemeniler, tamamı el emeği olan, koku ve mantar yapmayan kullanışlı, ortopedik ve hafif ayakkabılardır.
Keski, balmumu, gınnap, iğne, biz, çekiç, kütük goşkarlıkta başlıca malzemelerdendir. Bu meslek, sanayileşme ve ayakkabı sektörünün gelişmesi sonucu öldü. Eskiden yemenici olanlar önce kunduracı , daha sonraları ise ayakkabı tamircisi oldular.
Ergani'de 1960'lı yıllarda kunduracı Hanifi (Kılıçkap) ve Kunduracı Cevdet (Kılıçkap) tanıdığım en iyi kunduracılardı. Gençlerin isteklerine uygun sivri burunlu, yumurta topuklu kunduralar ve gezdikçe ses çıkartan, evinde çeyiz hazırlayan genç kızların yüreklerini cızıltılarıyla dağlayan botlar yaparlardı.
13-Çömlekçilik

Çömlekçilik, toprağın ya da asıl olarak killi toprağın çeşitli aşamalardan geçirildikten sonra şekillendirilip kullanılmak üzere çeşitli eşyalar üretilmesine verilen addır.
İnsanlığın çömleği nasıl keşfettiğini tam olarak bilinmemekle birlikte, genellikle kabul gören varsayım, toprağın ateşte pişip sertlik kazandığını tesadüfen bulunduğu yönündedir.[1]
Bulunma şekli ne olursa olsun, çömlekçiliğin gelişmesi, göçebe kavimlerin yerleşikliğe geçmesiyle olmuştur. Anadolu’da ilk yapılan çömlekler 'Neolitik' döneme yani yaklaşık M.Ö. 7000'li yıllara dayanmaktadır. İlk yapılan çömlekler sargı-dolama usulü ile elde şekillendiriliyor ve pişirim ise genellikle açık ateşte yapılıyordu. M.Ö. 3000 yılında da çömlekçi çarkı bulunmasıyla çark üzerinde şekillendirmeler de başlamış oldu. Yine aynı dönemde toprağın pişirilmesi için ilkel fırınlar da kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde Anadolu’nun pek çok yerleşim yerinde çömlek yapılmaktadır. Hatta çağdaş tekniklerle günümüzden binlerce yıl önce uygulanan teknikler, aynı zamanda, birbirine yakın mekanlarda süregelmektedir. Örneğin Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi [[Sörkun)), sorkun köyünde kadınlar, Neolitik dönemde uygulanan teknikle çamuru şekillendiriyor, topraktan çeşitli eşylar yapıyor ve aynı dönemin yöntemiyle çömleklerini açıkta pişiriyorlar. Manisa’nın Salihli ilçesine bağlı Gökeyüp köyündeki kadınlar da aynı şekilde çömlek üretiyorlar. Ana Tanrıça kültürünün egemen olduğu dönemlerin tekniğinin günümüzde de sürüyor olması ve üstelik kadınlar tarafından sürdürülüyor olması araştırmaya değer bir olgu olsa gerek. Çömlek üretiminde çarkın kullanıldığı yerlerde ise artık bu işi erkekler de yapıyor.
"Bir testi aldım çarşıdan ucuza;
Gizli gizli neler anlattı bana;
Bir şahdım, dedi; altın kupam vardı;
Şimdi neyim? Testi oldum şaraba." - Ömer Hayyam
Fırınlanarak yapılan kilden eşyalara çömlek , bu işi yapanlara da çömlekçi denilir. Çanak-çömlek yapılan yere Çermik'te kârhana deniliyordu.
Çömlekçi, dikey bir mil üzerinde hızla dönen çarkın/diskin tam ortasına konmuş biçim verilebilir kıvamdaki bir balçık/çamur parçasından çeşitli nesneler yapan zanaatçıdır. Dikey dönen bu çark/disk sayesinde nesneler çok çabuk yapılır. Uzman bir el dahi çarkla bir iki dakika içersinde yapılacak nesneyi çark olmaksızın elle yapılması halinde ancak 2-3 günde yapabilir. Balçıktan yapılan küp, güveç, habene/testi, kâse, saksı ve düdük gibi nesneler kuruduktan sonra kümbet biçiminde yapılmış fırınlarda pişirilir. Sonra da satışa sunulurlar.
Ergani'de çömlekçi atölyesinin olup olmadığını hatırlamadığım gibi duymadım da. Ama Çermik'te dayımoğlu Kamber Süslü'nün çalıştığı çömlekçi atölyesini gezdiğimi hatırlıyorum.
Çömlekçilik çok çok eski bir meslektir.
Bugün Anadolu ve Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda en çok çanak-çömlek buluntularına rastlanılması bundandır. Bilim adamları tarihöncesi dönemleri anlatırken Birinci Neolitik Dönem, Çanak-Çömlekli Dönem ve Çanak-Çömleksiz Dönem olarak ele alıp incelerler. Bilim adamlarına göre, Neolitik Dönemi'nde toprağa bağlılık çok yavaş gerçekleşse de, toprağa yerleşim ve bağlılık insanları yeni keşiflere itmiştir. Birinci Neolitik Dönem 'in başlamasıyla, yani göçebe insan toplulukları yerleşik düzene geçmeye başlayınca, avcılık ve hazır toplayıcılığın yanında yaban hayvanlarını evcileştirme ve yabanî tahılları ekip-biçme de öğrenilmeye başlandı. Sonra taneleri öğütmek için geniş ve ağır taşların kullanıldığı değirmenlerin yapımı, tohumların saklanması için yeni yöntemler geliştirildi. Bu yeni yöntemlerle birlikte ilk çömleklerin yapımına başlandı.
Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce Hilar Çayönü'nde yaşayanlar Hücre Planlı Yapılar Evresi 'nde taşın yanı sıra topraktan daha fazla yararlanmaya başlamışlar. Sadece yapılarında değil, diğer günlük kullanım araç-gereçlerinde de... Kerpiç çamurundan yapılmış kaba kaplar, kil ' tabakalar ', ev modelleri, küçük kil toplar vs. yapmışlar.


Gordon Childe, insanın çağlar boyunca gelişimini anlattığı Kendini Yaratan İnsan kitabında, çömlek yapım işin başlangıcını şöyle anlatır:
" Büyük çapta çömlek yapımı Neolitik çağda başlamıştır. ...İlk insanlar için nesnenin niteliğindeki değişim, çamur ya da tozun taşa dönüşümü gizsel bir işlem olmalı. Belki de nesne ve değişmezlik konularında derin düşünler esinlenmiştir. Yoğrulabilen, plastik nitelikli kille sert, katı çömlekler nasıl aynı nesne olabilirdi? Ateşe sokulan çömlek girerken ne biçimde çıktığında da o biçimdir, ama rengi değişmiştir ve dokusu bambaşkadır.
Çömlek yapımı demek, az önce sözü edilen kimyasal değişimi bulmak, bu değişime başat olmak ve bunu kullanmak demektir ." (s: 96)
Jacquett Hawkes de, The Atlas of Eariy Man (İlkel İnsanın Atlası) adlı yapıtında çömlekçiliğin ilk kanıtlarının Zağros bölgesindeki M.Ö. 7000'li yıllara ait tabakalardan sağlandığını yazmaktadır.
Mehrdad R. Izady ise, hem Çayönü'nde hem de Ganj Dara'da (Kirmanşah yakınlarında), pişirilmiş çanak çömleğin (pişirilmiş küçük kil heykelciklerle birlikte) ilk kez MÖ. 8. binyılda ortaya çıktığını; dayanıklı ve çok yönlü çanak çömleğin geliştirilmesi ev yaşamında bir devrim yarattığını ve bu teknolojinin diğer toplumlar tarafından da ısrarla aranmaya başlandığını, sonra büyük bir hızla komşu bölgelere yayıldığını ve 1000 yıldan az bir zaman dilimi içinde Ortadoğu'nun her tarafında yaygınlaştığını yazmaktadır. ( Mehrdad R. Izady, Bir El Kitabı KÜRTLER , Doz Yayınları, İstanbul 2004, s: 64. )
Diyarbakır-Ergani Karayolu üzerindeki Ekinciler Köyü'ne yakın büyük bir höyüğün yakınında yer alan Girikihacıyan Höyüğü (Hacılar Tepesi) M.Ö. 6000-5000 yıllarına rastlayan bir erken köy yerleşme yeri olup, yığma duvarları, boyalı çömlekleriyle çömlekli Neolitiğe aittir. Burada Prof. Dr. Halet Çambel yönetiminde, P.C. Watson'ca araştırılan höyükte moloz taş duvar kalıntıları, çakmaktaşı, doğal cam, kemik araçlar ve tek renkli çanak-çömleğin yanı sıra Teli Halaf çanak çömleğine de rastlanmıştır.
14-Demircilik

Mersin'in Mut ilçesinde 40 yıldır sıcak Demircilik yapan 50 yaşındaki Mustafa Seratlı mesleğin artık bitme noktasına geldiğini söyledi.
Seratlı, teknolojinin gelişmesiyle sıcak Demircilik sanatının da yok olmakla karşı karşıya kaldığını belirterek, "Sadece balta, keser, orak, çapa gibi küçük tarım aletlerinin yapımı ve bunların bileyleme işini yapıyoruz. Dolaysıyla da para kazanamıyoruz. Önceleri yüzlerce saban, pulluk ve orak siparişi alır gece gündüz çalışırdık" dedi.
Kurban bayramlarında ve lokantalarla anlaşmalı paça ütümü işi de olmasa ayakta kalamayacaklarını ifade eden Seratlı, "Sadece Demircilik mesleğiyle geçim zor" dedi
Demirciler demir döğer tunç olur
Sevip sevip ayrılması (aman) güç olur"
M.Ö. 1400'lü yıllarda Mezopotamya'da demirin işlenmesi yaygınlaşmaya başlayınca, zamanla çeşitli alet ve silah yapımında tuncun yerini de almaya başladı. Ortaçağ'da ise, gündelik yaşamın tüm alanlarına girdi. Demir maden olarak yaygınlaştıkça başta bıçak, kılıç, balta, kalkan, mızrak ucu, gürz gibi silahların; çeşitli ev aletleri, şömine takımları, ocak, kafes, tava, kazan, kilit, hırdavat araç ve gereçlerin yapımında kullanılır oldu.
Tarihte ilk olarak demirin önemini Mitanni'ler kavramıştır. Tarihte, metal ve demir aletleri olan okuryazar toplumlar öteki toplumlar üzerinde ya üstünlük kurmuştur ya da onları yok etmiştir. Ayrıca antikçağda demir, özgürlüğü de temsil etmiştir. Ucuz demir, tarımı, endüstriyi ve savaşı demokratikleştirmiştir. Friedrich Engels; demir için " tarihte devrimci rol oynayan bütün ilkel maddelerin en önemlisidir " der; a,rdından, " Demir Çağı "nı " kahramanlık çağı " olarak nitelendirir. Bu bağlamda Kürt mitoloji kahramanı Demirci Kawa'yı burada anmak lazım.
Demirci Kawa: Zulme ve haksızlığa başkaldırının; isyan, ateş ve birliğin sembolüdür.
19. yüzyıla kadar demirden üretilen nesnelerin tümü körüklenmiş kor ateşte ısıtılan demirin örs üstünde çekiçle dövülmesiyle elde edilirdi. Bu gelenek 20. yüzyıla kadar da kısmen sürmüştür. Sanayileşme ve demir-çelik sektöründe dünya ölçeğinde tekelleşmenin başlaması demirciliğin sonunu getirdi. Demircilik, kaybolan çok önemli mesleklerden biridir.
Ergani'deki demirciler genellikle saban demiri, yaba demiri, tırpan, orak, çapa, kazma, balta, nacak, keser, dehre, bel gibi tarım, bağ ve bahçe işlerinde kullanılan araç ve gereçlerin yanında çekiç, balyoz, buğavi, nal, nal çivisi, çan, murç, kapı kilidi, kapı tokmağı, kapı çengeli gibi nesneler yaparlardı. Bunların büyük bir kısmını kış aylarında yapar ve baharda da satışlarını gerçekleştirirlerdi.
Demirciliğin birinci kuralı demiri tavında dövmektir. Demircilerin nefesleri kuvvetli, kolları güçlü ve kendileri de yürekli olur. Bütün hüneri örs ve çekiçte saklıdır. Demircinin hası çeliğe su vermesinden belli olurmuş.
Bugün, Ergani'de demirci Muhittin (Öztekin) mazide kalan demircilerin son temsilci olmanın buruk gururuyla halen çekiciyle örste demiri dövmeye devam ediyor.
15-Taş Yonctucuları

Taşçılık veya Taş Yontuculuğu
İnşaatlarda taş kullanıldığı zaman taşları yontan, kesen, süsleyen ve üzerine yazı yazan ustalara taşçı , taş ustası , taş yontucusu denir.
Taş yontucuları, ufacık elleri ve yufka yürekleriyle ağır, şekilsiz, kocaman taşlara biçim verirler.
Taş yontucusunun taşa vurduğu her çekiç, taşın ruhunu biçimlendirir.
Taş ocaklarından kaba olarak çıkartılıp getirilen taşların kabası, taş ustaları tarafından balyoz ve çekiç yardımıyla alınır. Taş sert taşsa gönye (cetvel), murç (bir nevi ucu sert büyük demir çivi) ve çekiçle; yumuşak (örneğin Hilvan yöresinden getirilen yumuşak türden taş) ise, gönye, çekiç ve tarak denilen çelik ağızlı aletlerle düzgün hale getirilir. Gerekirse üzerlerine çeşitli desenler, yazılar yazılır.
Taşçılar; binaların yapımında, binaların kapı ve pencere taşlarının yapım ve süslemesinde, köprü inşaatlarında, mezar taşı yapım ve yazımında aranan ve çok değer verilen ustalardı.
Taşçılıkta en zor şeylerden biri kilit taşı nın yapımı ve yerine yerleştirilmesiydi.
Tuğla sanayinin gelişmesi, çirkin briketlerin yaygın olarak kullanımına başlanması, beton ve beton türevi yapı malzemelerinin daha kolay uygulanabilmesi ve daha ekonomik olması yüzünden bu meslek kaybolmaya başladı. Günümüzde sayıları çok azalmış olan taş ustaları, eski taş yapıların restorasyon (yenileme) çalışmalarında, zevk sahibi kişilerin lüks konut veya işyerleri yapımlarında ancak aranır olmaktadır.
Babam, iyi bir yapı ustası olduğu kadar, iyi bir taş yontucusuydu: Siirt'e bağlı Baykan'da bulunan Veysel Karani Camii, Minare ve Türbesi; Ergani, Maden, Dicle'nin Kulbin Köyü ve Sivrice'de yaptığı minareler taş işçiliğine güzel örneklerdir.
Veysel Karani Türbesi'nin; Kulbin, Maden ve Sivrice minarelerinin yapımında, taş yontuculuğunda kendim de bulundum. Taş yontuculuğunda çok iyi bir usta değilim, ama kötü de sayılmam.
1969'da taşlarının yapım ve inşaatında bulunduğum Veysel Karani Türbesi
Babamın amcaları Zekerya Üzülmez ve Bekir Üzülmez de taş yontucusuydu. Hopekli Memet, Ömer Kan da yine aranan iyi ustalardı. Hatırlayamadıklarım, beni bağışlasınlar.
10 bin yıl önce Taş Çağı'nda, yani Neolitik Dönem'de, Ergani Çayönü'nde ilk köyü kuranlar, ilk evleri yapanlar, ilk kerpici dökenler, çay ve volkan taşlarından ilk süs eşyalarını yapanlar insanoğluna yeni ufuklar açmıştır. Taşçılık daha sonra sanatsal ve törensel yapıların yapımında çok önemli bir işlev kazanmıştır. Saraylar, tapınaklar, minareler, türbeler, mezar taşları hep onların elleriyle süslenmiş veya süsledikleri taşlardan yapılmıştır.
Ergani'de; Dicle Köy Enstitüsü binaları, Ergani-Maden arasındaki demiryolu köprüleri, eski Kaymakamlık binası, Camii Kebir (Yukarı Camii) taş ustalığının güzel örneklerini oluştururlar.
Bu yapılarda eskimeyen güzellikleri seyredebiliriz.
Ergani-Maden arasındaki demiryolu köprü ve tünellerinin yapımında, babamın amcası Zekerya Üzülmez'in ustası, ona taşçılığı öğreten Ermeni Haco'nun çok emeği geçmiştir. Bu yapıların her biri birer tarihi eser niteliğindedir. Zekerya Üzülmez'in anlatımına göre bizimkiler taşçılığı Ermenilerden öğrenmişlerdir.
16-Körükçülük


Körük, ateşi canlandırmak için kullanılan açılıp kapandıkça içindeki havayı üfleyip ahşap ve deriden yapılan bir araçtır.
Körük ateşe dayanıklı çatlamayan ağaçtan ve yumuşak deri kullanılaraküretilir. Ortasında iki veya üç deliği bulunan, az hareket eden tabantahtası körüğün alt kısmını oluşturur. Bu tahtanın uç kısmında havanınbasınçla çıktığı ortası delik sarı madenden dökülmüş bir parça bulunur.Ortadaki deliklerin üzerinde, emişte kalkan basınçta havayı tutan deriparçası bulunur. Üst tahta, alt tahtaya göre daha küçük hareket eder.Bunda delik yoktur. İki tahtayı birbirine körüıü oluşturan yumuşak derikaplama bağlar. Kenarlarından çivilenir. Derinin içeriye doğruçökmemesini ve körüğün oluşumunu sağlayan söğüt ağacından çubuklar derive tahta oluşumunu sağlayan söğüt ağacından çubuklar deri ve tahtaarasına konulur. Bu parçalar körükle beraber hareket eder.
Demirci körüklerinin iki kanatlısı olduğu gibi tek kanatlısı da vardır.Evlerde kullanılan körükler küçük olanlardır. Körükçülük, yemeklerinmangal kömüründe ve odun ateşinde pişirildiği zamanlarda en gözdemesleklerden biriydi. Günümüzde ise tamamen kaybolmuştur.
17-Hasırcılık

Hasır, kurumuş bitki sapları ve saz gövdelerinin birbirine geçirilmesiyle örülen, genellikle taban dösemesi bazen duvar ve tavan kaplamasi olarak kullanilan bir cins yaygidir Hasirlar, yapildigi sazin incelik, kalinlik ve türüne göre Trablus hasiri, Misir hasiri, Kaba hasir vb adlar alirdi Boyanmis sazlarla hasirlara desenler yapilirdi Osmanlilarda hasircilik, XVII yy’dan baslayarak önemli zanaat kollarindan biri durumuna geldi Istanbul’da Hasircilar Çarsisi adiyla çarsisi bile vardi Günümüzde hasircilik sadece kirsal kesimde belli oranda devam etmektedir
Hasır Alm Strohmatte (f), Fr Natt (f), İng Rush mat; matting Sazdan veya kabuk, yaprak gibi bitki kısımlarıyla örülmüş, taban döşemesi, duvar ve tavan kaplaması gibi çeşitli yerlerde kullanılan bir cins kilim
Kurutulmuş veya kurumuş bitkilerin sap, kabuk veya yapraklarından yapıldığı gibi, saz gövdelerinden yahut rafyadan örülen türleri de vardır Daha çok hasır otu adı verilen ve bataklıklarda yetişen bir sazdan örülür Hasır otu, hasır kilim örmek maksadıyla kullanıldığı gibi çeşitli şekillerde örülerek çok değişik yerlerde de kullanılabilir Genellikle alta serilmek üzere yapılan “kaba hasır” denilen bir hasır türü Anadolu’da çok yaygındır Kalın sazlardan yapılan bu hasır, kır kahvelerinde, evlerde ve camilerde yaygı olarak kullanılır
Hasır, eski Türk evlerinde çok kullanılan yaygılardandır Türklerde taş veya toprak odaların tahta zemin üzerlerine hasır serilirdi Hasırcılık 17 yüzyılda Osmanlılarda önemli sanat kollarından biri durumundaydı Yapıldıkları sazların incelik ve kalınlık durumlarına göre Trablus hasırı, Mısır hasırı, kaba hasır gibi isimler alırdı İstanbul’da ayrı bir Hasırcılar Çarşısı vardı
Ayrıca, hindistancevizi elyafından veya abak denilen bir çeşit ottan yapılan hasır, denizcilikte halat olarak kullanılır
Hyüzyıldan yapılan çanta, sofra örtüsü, zembil ve şişe koruyucuları günümüzde de kullanılmaktadır Günümüzde hasırcılıkta bitki lifleri yerine suni elyaftan istifade edilmektedir Koltuk, tabure, sandalye ve iskemlelerin oturulacak yerlerinde, sun’i elyaftan yapılan hasır örgüler kullanılmaktadır
Hasır örgüsü, boydan boya gerilmiş ipler arasından ince sazlardan yapılmış her lif, ya bir alttan, bir üstten veya iki alttan bir üstten geçirilerek tezgahlarda örülür Küçük eşyalar ve koltuk, sandalye için kullanılacak hasırlar elde örülür
Hasır, dürülerek ve yuvarlanarak kaldırıldığı için kullanılması kolaydır Halıların altında, duvar ve tavanda kullanılırken, rutubet geçirmemesi, havayı tutması, ucuz ve kolay bir dokuma şekli olması yüzünden asırlardır Türkler tarafından çok kullanılan bir yaygı türü olarak bilinmektedir
18-Değirmencilik


" İnsan sadece ekmekle yaşayamaz, ama her şeyden önce ekmekle yaşar "- M. Malinowski.
Buğday, arpa, mısır, darı gibi tahılların öğütülerek un haline getirildiği yerlere değirmen , bu gibi yerleri işleten veya çalıştıranlara da değirmenci denir.
Değirmencilik dünyanın en eski ve hayatî mesleklerinden biridir, ama bugün yok olan mesleklerin başında gelmektedir.
Çayönü'nde yapılan arkeolojik kazılar sonucu ele geçen buluntular arasında, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce kullanılan, el değirmenlerinin ilk modelleri olan havan eller de yer alır. Bulunan bu bazalt öğütme taşları, değirmenciliğin bilinen ilk örneğidir. Çayönü insanları, tahılları bazalt taşları üzerinde öğütmek suretiyle un haline getiriyorlardı. Bu değirmenlerin daha gelişmiş hali olan El Değirmenleri yakın zamana kadar kullanılmaktaydı.
El değirmenleri ortalama 50 cm . çapında, 15 cm . yüksekliğinde, yuvarlak, üst üste iki sert taştan oluşur. Alttaki taşın tam ortasında dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir mil bulunur. Üsteki taşın ise ortasında yaklaşık 7- 8 cm . çapında oyulmuş bir boşluk olur. Ayrıca üst taşın üzerinde yine dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir çevirme kolu bulunur. El değirmeni çalıştırılacağı zaman, üste gelecek taşın oyuk deliği alttaki taşın miline geçecek şekilde değirmen taşları üst üste konulur. Alt taş sabit kalır, üsteki taş çevirme kolu sayesinde alttaki taşın üzerinde yatay olarak çevrilir. Bu çevirme esnasında üsteki taşın ortasındaki boşluktan ne öğütülecekse yavaş yavaş elle dökülür. Kolla birli, ikili ve hatta üçlü değirmen çevrilir. İki taşın arasından öğütülen şey öğütülmüş haliyle çıkar. Bu tip değirmenlerde genellikle pilavlık bulgur, içli köfte ve çiğ köfte bulguru, yarma, mercimek öğütülürdü. Öğütülmüş bulgurun unundan da lapa yapılırdı.
Çayönü'de bulunan bazalt öğütme (havan el) taşı. Foto: Mehmet Özdoğan.
Değirmenler eskiden insan gücünden, hayvan gücünden, su ve rüzgâr gücünden yararlanılarak çalıştırılırdı. Şimdi eskisi gibi değirmenler yok; var olanlar da elektrik enerjisiyle çalışmaktadır. Değirmenlerin yerini un fabrikaları aldı.
Değirmenlerde tahıllar değirmen taşlarında öğütülür. Değirmen taşları yuvarlak olup iki tanedir. Altta olan sabittir. Diğeri sabit olanın üzerinde yatay düzlemde döner. Tahıl dönen taşın ortasındaki bir delikten, sabit taşın merkezinden dışarı doğru uzanan oluklara beslenir. Oluklardan, taşın düzgün yüzeyli öğütme bölümüne aktarılan tahıl burada un haline getirilir. Değirmen taşının yıpranan olukları zaman zaman çelik taraklarla yeniden derinleştirilir ve öğütme bölümünün pürüzlenen yüzeyi düzleştirilir. Tahıllar genellikle yük hayvanlarıyla değirmene götürülürdü, bazen de insanlar öğütülecek tahılı sırtlarında götürürlerdi. Çok sonraları traktör ve benzeri motorlu taşıtlardan da yararlanılmaya başlandı.
Çayönü insanının bazalt öğütme taşında tahıl öğütürkenki temsili resmi.
Ergani'de daha yakın zamanlara kadar çok sayıda değirmen vardı. Bu değirmenler genellikle Boğaz çayı ve Hersin çayı üzerinde su ile çalışan değirmenlerdi. Ergani merkezinde Eski Diyarbakır yolu ile Dicle yolunun birleştiği kavşakta bulunan, elektrik enerjisiyle çalışan bir değirmen de vardı. Çok yakın döneme kadar bu değirmen çalışır durumdaydı. Bu değirmeni Zülfi Kaya ve kardeşleri çalıştırırdı Ben, hem Hersin Çayı üzerindeki değirmene ve hem de Ergani merkezinde bulunan değirmene defalarca eşekle buğday götürüp öğütmüşümdür. Değirmenler bugün yok olsalar dahi, eski halleriyle birçok insanın anılarını halen süslediğine inanıyorum. Unutamadığım şeylerden bir de değirmen çalıştığında, değirmencilerin saç ve başlarının, kaş ve kirpiklerinin, el ve ayaklarının, elbiselerinin un içinde kalışları ve böylece değirmencilerin undan adam oluşlarıydı.
Değirmenler, insanlar için en büyük nimet olan ekmeğin hammaddesi unun elde edildiği yerler olduğu için, mübarek yerlerdi.
19-Orakçı ve Tırpancı


Orak , ekin ve ot biçmede kullanılan, yarı çember biçiminde, yassı, ensiz keskin ağızlı bir bıçak ve bu bıçağa bağlı bir saptan oluşan bir tarım aracıdır. Orağı kullanana, orakla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere orakçı denir.
Tırpan ise, uzun bir sapın ucuna tutturulan, ot, arpa, buğday gibi ekinleri biçmeye yarayan hafifçe kıvrık, uzun çelik bir bıçaktır. Tırpan sallayanlara, tırpan atanlara, yani tırpanla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere de tırpancı denir.
Orak kullanımı çok eskidir. Günümüzden 10 bin yıl önce Çayönü insanları orağı kullanmışlardır. Ot saplarını ve buğday saplarını kesmek için kaburga kemiği içersine özenle yerleştirilmiş çakmaktaşlarının özel bir biçimde tutturulmuş olmaları, bunların orağın yaptığı işlere benzer işlerde kullanıldıklarını kanıtlar. Hayvanların çene kemiklerine çakmaktaşları yerleştirilerek de orak yapılmıştır. Çayönü'nde yapılan kazılarda 6 adet boynuzdan orak, 1 adet çakmak taşından orak taşı, 5 adet boynuzdan orak sapı bulunmuştur.
Böylesine çok uzun yıllar köylülerin, çiftçilerin tarlasında, bağında ve bahçesinde kullandığı orak ve tırpan, insan gücünün yerini makinelerin alması sonucu artık tarihe karıştı. Emek ve zahmet gerektiren orak biçme ve tırpan sallama, çok az zamanda çok iş yapan traktör, biçerdöver ve ot biçme makinesi benzeri modern tarım araçlarının tarım sektöründe kullanılmaya başlanmasıyla yenik düştü: Orakçı ve tırpancılar işsiz kaldı. Üretim araçlarının değişmesi, üretim ilişkilerinin değişmesini beraberinde getiriyor. Böylece kapitalist üretim biçimi bölgemizde kaçınılmaz olarak tarım sektöründe de giderek egemen oluyor. " Beslenecek ağız arttıkça, ekecek el de çoğalır ", ama ekilecek toprak bulunmuyor. Bu süreç, köyden kente göçü ve beraberinde işsizlik ve yoksulluğu getiriyor
 
20-Tenekecilik


Tenekeden çeşitli eşya yapan ustalara tenekeci denir.
Tenekeciler tenekeleri kesip biçer, onlara çeşitli şekiller verir, üzerlerine kabartmalar yapar ve lehim yaparak parçaları birleştirir.
Teneke yumuşak çelikten üretilen, üzeri kalay kaplı ince sacdır. Binalarda çortan, çatı olukları, soba, soba boru ve dirsekleri, maşrapalar, idare lambaları, huniler, fıskiyeler, pekmez ve yağ-peynir kapları... tenekeci ustaların hünerli ellerinden çıkan araç gereçlerden birkaçıdır.
Sac makası, tokmak, çekiç, örs, mengene, mangal, körük, lehim (kalay ve kurşun karışımı), nişadır (amonyak tuzu), havya (çekiç biçiminde ucu bakır alet), tuz ruhu (hidroklorik asit) tenekecilerin kullandığı araç ve malzemelerin bazılarıdır. Tenekeciler hidroklorik asitte çinko parçalarını eriterek çinkoklorür elde ederler. Lehim yapımında bu asiti kullanırlar.
Lehim yapılırken önce kömür mangalında havya ısıtılır ve sabun kalıbı biçimindeki nişadıra sürülür. Sonra lehime değdirilerek bir miktar lehim eriyerek havyanın uç kısmına yapışması sağlanır. Lehim yapılacak zemin veya nesne daha önce tuz ruhu ile temizlenmesi gerekmektedir. Bu işlem yapılmazsa lehim tutmaz.
Ergani'de -bildiğim kadarıyla- " Tenekeciler " lakabıyla bilinen aile tenekecilik mesleğini yapan eski ailelerden biridir. 1960'lı, 1970'li yıllarda Ergani'de Tenekeci Ferit (Özbilici) ve Tenekeci Haci (Hacı Demir) bu işi yapanların başında gelirdi.
Diğer kaybolan meslekler gibi tenekecilik de, gıda ve ambalaj sektörünün gelişmesi, maden kömürünün ısıtmada kullanılması ve kaloriferli ısıtma sistemlerinin refah nedeniyle tercih edilmesi gibi nedenlerden gözden düştü.
21-Bıcakcılık:


Taşkent’te geleneksel sanatlarımızdan bıçakçılığı ayakta tutmaya çalışan ve bu konuda özveri ile çalışan Şenol Çamtaş usta ile tanışıp sohbet ettik. Geleneksel sanatların devam ettirilmesinin zorluğundan ve bu sanatın devam etmesi için ne gibi imkanlara ihtiyaç duyulduğu konusu dahil aklımıza geleni sorduk. Şenol usta da bu sorularımızı cevaplandırdı.
Efendim bize kendinizi
tanıtır mısınız?
İsmim Şenol. Çocukluğumdan beri bu mesleği icra ediyorum. Oğullarım Ali ve Mustafa bana yardım etmekteler.
Efendim şu anda neler yapıyorsunuz?
Özel paslanmaz İsveç Çeliğinden kasap ve ev bıçakları, satır, bıçkı, avcı bıçağı, bağ testereleri ve bıçkıları yapıyoruz.
Neden İsveç çeliği?
Şu anda en kaliteli çelik İsveç Çeliği. Biz de ürünlerimizde İsveç çeliğini kullanıyoruz. Bizim için öncelik kalite. İşini kaliteli yaptığın zaman kesinlikle bir işsizlik sorunun olmaz ve aç kalmazsın.
Dövme bıçakçılığı
kimden öğrendiniz?
Benim ilk ustam babamdı. Baba mesleğini devam ettiriyorum. Babam Taşkent’in en iyi ustasıydı. Hem okula gidiyor hem de babamın yanında bıçakçılık öğreniyordum. Babam küçük yaşta vefat edince Ortaokuldan ayrılmak zorunda kaldım. Ben başka bir ustanın yanında işe başlayarak kardeşlerime bakmak zorunda kaldım. Onların hem yiyecek içeceklerini, giyim kuşamlarını hem de okumalarını üzerime aldım. Benden sonra inşallah çocuklarım bu mesleği devam ettirecekler.
Meleğinizin inceliklerini bize anlatır mısınız?
Çeliği hazır olarak dışardan alıyoruz. En kaliteli çelik olan İsveç çeliği kullanıyoruz. Önce Çeliği hazırlıyoruz. Körüğü yakıyoruz. Kor kızıl ötesine geçiyor. 260-270 derece sıcaklıkta çelik ısıtılıyor. Sıra çeliğe su verme işi gelir. Aslında çeliğe su verilmez. 8 litre yanmamış motor yağı ile 11-12 litre konsantre zeytinyağını karıştırıyoruz. Ondan sonra çeşitli tesfiye aşamaları geliyor. Isınan çeliği bu karışıma batırarak dövmeye, şekil vermeye başlıyoruz.
Bıçağın çelik ağırlığıyla sapını nasıl ayarlıyorsunuz?
Bıçağın kalınlığı 4mm ise 4mm de perçini olması lazım. Denge perçinlerle sağlanır. Bıçağın eni 2cm başlıyor, 6cm kadar olanı var. Bu bıçakların tek önemi hem çelik hem de dövme olması. Bu özellikte iki bıçağı birbirine sürtersen kesinlikle uçlarında hiçbir aşınma olmaz.
Sizce okul mu önemli yoksa bu mesleği devam ettirmek mi önemli?
Mesleği devam ettirmek çok önemli. Ancak sadece bu meslekle uğraşmak artık karın doyurmuyor. Onun için önce okul. Okumak her şeyden önce gelir. Mutlaka insanın gelir getiren bir işi gücü olmalı, yanında da bu mesleği icra etmeli. Hem bu mesleğin eğitimini alması çok daha önemli. Okulda derslerini görüp, burada pratik yapması fevkalade bir şey.
Sipariş üzerine mi çalışıyorsunuz, yoksa seri üretim mi yapıyorsunuz?
Dövme bıçak bize biraz pahalı geldiği için seri üretim yapamıyoruz. Yapsak da elimizde kalıyor. Sipariş üzerine çalışıyoruz.
Duvarda asılı kılıçları göstererek; şu görmüş olduğunuz kılıç Davutoğluna ait. İnşallah Taşkent’e geldiği zaman teslim edeceğiz.
Efendim, bu kılıcın fiyatı ne kadardır?
Fiyatları 1400-2000 lira arasında oynuyor. Çeliğin ağırlığına ve kılıcın uzunluğuna ve işçiliğine göre fiyatlar değişiyor. Bazen bir kılıcın üzerince aylarca çalışırız.
Osmanlı kılıcı da yapıyoruz demiştiniz. Duvarda hiç örneğini göremedik.
Dediğimiz gibi. Şu anda sipariş üzerine çalışıyoruz. Osmanlı kılıcı çok daha pahalı olduğundan pek sipariş vermiyorlar.
Efendim, mesleğinizle ilgili bilgileri geliştirme imkânınız oldu mu?
1970’li yıllarda köyümüzden Almanya’ya işçi olarak giden bir kişi vardı. Bu sırada ustam rahatsızlandı ve işler pek iyi gitmiyordu. İzin dönüşünde onunla, patronuna vermek üzere yaptığım işe dair bir mektup gönderdim. Ben ilgilenmez sanıyordum. Hemen bir ay içinde mektubuma cevap verdiler. Benden sertifika istediler. Biz de merkezi Bursa’da bulunan Bıçakçılar Derneğine kayıtlı idik. Derneğe müracaat ederek tarafıma bir sertifika verilmesini istedim. Dernek istediğim sertifikayı gönderdi. Bende sertifikayı Almanya Solingen Bıçak Fabrikasına gönderdim. Üç ay sonra bir uçak bileti ve istek formuyla birlikte cevap geldi. Böylece 70’li yılların başında Almanya’ya gittim. İlk önce beni iki ay bir deneme sürecine tabi tuttular. Üç ay sonra bir ustabaşının yanında kontrolör olarak görev verdiler. Burada 11 yıl çalıştım. Her izne gelişimde ustabaşım ağlardı. Sen izinden dönmezsin diye. Alman’ın çocuğu ölür ağlamaz, ama benim arkamdan geri dönmeyeceğim için ağlayan bir Almanı hayretle gördüm,
Bu kadar sevgi ve ilgiyi neye borçlusunuz?
Çok temiz bir ahlak ve iş disiplini. Yaptığın işin en iyisini yapmak ve zamanında iş yerinde bulunmak. Almanların en çok önem verdikleri şey kalifiye ve güvenirlik. Güvenirliğini kaybettiğin zaman hiçbir Alman şirketinde iş bulamazsın.
Almanya’dan döndükten sonra neler yaptınız?
Almanya’da edindiğim tecrübelerimi ve iş disiplinimi aynen burada devam ettirdim. Pek çok usta yetiştirdim. Ama şu anda diğer meslekler gibi bu meslek de bitmek üzere. 1970’li yıllarda burada 168 tane kunduracı vardı. Günlük 70 yük katır Alanya, Tarsus bölgelerine ayakkabı gönderilirdi. Her evin altında bir kundura mağazası bulunurdu. Şimdi bir tek kişi kaldı. O da kunduracı Hasan. Arada bir tamir için gelen olursa onu yapıyor. Üretim yok. Bakırcılıkta da durum aynı. Eskiden 11-12 tane dükkan vardı. Şimdi hiç yok. Semerci bir tane kaldı. Dövme bıçak yapan da sadece ben kaldım.
Efendim, yaptığınız işten memnun musunuz?
Çok şükür. Yaptığım işten çok memnunum. Bu bir gönül işi. Hangi mesleği seçerseniz seçin mutlaka bu işi severek yapmalısınız ve işinizi en iyi şekilde yapmalısınız. İnanır mısınız Bursa’da derneğe bağlı 476 esnaf var. Bu meslekte bir tek ben kalmışım dövme çelikten bıçak yapan. Zorla da olsa bu mesleği ayakta tutmaya çalışıyorum.
Efendim, hayattan beklentileriniz nelerdir?
Artık belli bir yaşa geldim. Bundan sonra rahat ve huzurlu yaşamak istiyorum
Efendim, devletten beklentileriniz nelerdir?
Devletin geleneksel el sanatlarımızı ve mesleklerimiz yaşatmasını istiyorum. Ben imkânım nispetinde ayakta tutmaya çalışıyorum. Devletin bize el uzatmasını istiyorum. Belediyeden destek istedik. İnanır mısınız belediye gırtlağına kadar borç içinde. Çalışanlar yarım maaş alıyor. Taşkent Belediyesinin araçları hacizli. Belediye başını hacizden kurtaramıyor ki bize yardım etsin. Onun için devlet büyüklerinden bizlere yardım etmesini, bu mesleğin ölmemesini ve gelecek kuşaklara aktarılmasını istiyorum. Ben usta yetiştiririm. Ama onlara verecek maddi desteğe de devlet katkıda bulunmalı.
Bizlere zaman ayırdığınız ve deneyimlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim
Estağfurullah biz teşekkür ederiz.
Biz de Şenol Beyin görüşlerine katılarak bu meslek yaşatılsın diyoruz. Devlet büyüklerini de geleneksel el sanatlarının canlandırılması yolunda halka destek çıkmasını, en azından turistik amaçla bu geleneklerin sürdürülmesini istiyoruz. Şu anda köylerde semer kullanılmıyor olabilir; ama turistik amaç için yapılıp, pazarlama imkânını devlet üreticiye sağlamalıdır. Hatta geleneksel el sanatlarımızı devam ettiren ustalar tespit edilerek, bunların sigortası yaptırılıp, asgari ücret üzerinden bir maaş bağlanabilir.
Hoşça kalın efendim.

Bursa’ya bıçakçılık “93 Savaşı”ndan sonra Balkan göçmenleri tarafından getirilmiştir. Bu tarihten itibaren göçmen ustalar ve yetiştirdikleri çıraklar aracılığı ile bıçakçılık mesleği gelişerek bugünkü düzeyine gelmiştir. Ancak Bursa bıçakçılığının, temelini oluşturan demircilerin serüvenine baktığımızda yedi yüz yıllık bir geçmişe sahip olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır.Bursa el zanaatları arasında geçmişten günümüze kadar özel bir yeri olan bıçakların ünü günümüzde de sürmektedir. Orhangazi’den başlayarak ilk yedi padişahın kılıç, kama, balta,mızrak gibi aletleri Bursa demirci-bıçakçılarının eseridir. Bugünün bıçakcıları geçmişin demircileri idi.

Bayezit ile Timur arasındaki savaşa katılan yaklaşık 70 bin Osmanlı askerinin kılıç, kama, hançer gibi silahlarının hepsi Bursa’da yapılmıştır.Daha sonraki dönemlerde de Osmanlı ordusunun silah ihtiyacını karşılayan Bursalı demirci-bıçakçılar, en son Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarında askerlerimizin bir kısmının kılıç ve kama ihtiyaçlarını karşı lamışlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kılıç ve kama gibi silahların kullanım sahalarının azalması üzerine, bıçak yapım tekniğinde yeniliklere gidilmiş; ekmek bıçağı, sofra bıçağı,meyve bıçağı gibi bıçak çeşitleri ilk defa Bursa’da Okçular Çarşısı’nın altında, Dağıstan Çarşısı’nda üretilmeye başlanmıştır.Geleneksel yöntemlerle el işi ile yapılan bıçakların kullanım alanlarına göre ortalama 150 çeşit bıçak olduğu bilinmektedir.

Bel bıçağı, et bıçağı, kıyma bıçağı, kaymak bıçağı, pastırma bıçağı, börek bıçağı, bekçi bıçağı, kasap bıçağı gibi çeşitleri sayılabilir. Ancak Bursa’ya özgü oluklu-yivli Bursa Bıçağı’nın üretimi, 1953’de yivli bıçak ve benzeri aletlere getirilen yasak nedeniyle durmuştur. 2007 yılı itibariyle Bıçakçı Odası’na kayıtlı 148 esnaf, sanatkâr Kayhan Çarşısı’nda, bir kısmı ise Zafer ve Yavuz Selim ile Duaçınarı mahallelerinde faaliyet göstermektedirler.Bursa bıçakçılığı içinde Arnavut çakısının da ayrı bir yeri vardır. Bu çakıların sap kısmı boynuzdan yapılmaktadır. Genelde koç boynuzu kullanılmaktadır. Bıçakların üzerindeki yıldız sayıları bıçağın büyüklüğünü gösterir. Bunun yanı sıra bıçağı yapan usta, üzerine ismini işler. İşte bu bıçak yapım ustalarından Remzi Sarı-çetin de yapmış olduğu Bursa Bıçağı’nı üzerine ismini işleyerek Mustafa Kemal Atatürk’e verilmek üzere Anakara’ya göndermiştir. Bıçakları teslim alan Atatürk 2.10.1922’de Remzi Usta’ya hitaben;“Remzi Usta! Eser-i sanatınız olan bıçaklarınız Bursa’lı bir Türk ustasının yadigarı olarak değil, san’ata karşı olan milli kabiliyetinizin bürhanı (delili) gibi saklayacağım. Biz Türkler yüz sene evveline kadar her şeyi kendi çekicimizle, kendi örsümüz üzerinde vücuda getirir ve kendi çarşımızda kendi elimizle satardık. İşte bunun içün büyük bir millettik.Şimdi açılan devir, demir devridir. Sizi bu devirde en büyük ustalarımızın arasında görmek ister ve tebrik ederim” diyerek bir teşekkür mektubu gönderir

22-Bakırcılık:

Bir zamanlar 100 kadar bakırcı dükkanın yer aldığı Trabzon'da bugünlerde artık bu sayı, bir elin parmağını bile geçmiyor.
Yaklaşık 30- 40 yıl öncesine kadar evlenecek kızlar çeyizlerine 40 parça kadar bakır mutfak eşyasını dahil ederken, şimdiki nesil ise bu tercihi pek kullanmıyor. Trabzon'da 50 yıldır bakırcılık mesleğini sürdüren Emin Özkara (63) mesleklerinin artık bitme noktasına geldiğini belirtirken, yeni nesil bu mesleği tercih etmediğini belirtiyor. Bakırcıların son temsilcilerinden olan Özkara, bir zamanlar yanında 8 kadar işçi çalıştırdığını belirtirken şimdi ise tek başına çalışmak durumunda kaldığını
söylüyor. Yaklaşık 30 -40 yıl önce mesleğin çok hareketli olduğuna dikkat çeken Özkara, mesleği bitme noktasına getiren nedenlerin başında bakır mutfak eşyasının artık tercih edilmediği geldiğini ifade ediyor.
Zor şartlarda ayakta durmaya çalıştıklarını ifade eden Özkara, "Mesleğimiz artık bitme noktasına geldi diyebiliriz. Trabzon'da bakırcı dükkan sayısı yaklaşık 50 yıl önce 100'ün üzerindeydi. Şimdilerde ise bu sayı bir elin parmaklarını geçmiyor. Mesleğimizi bitiren nedenlerin başında artık bakır mutfak eşyasının tercih edilmemesi geliyor. Eskiden genç kızlar ceyizlerinde mutlaka bakır mutfak eşyasını tercih ederdi, 40 kadar bakır mutfak eşyasını ceyizine koyardı. Şimdi ise bakır eşyası mutfaklarda yer
almıyor" dedi.
Mesleğin geleceği olmadığından yeni neslin artık bu mesleği tercih etmediğini ifade eden Özkara, "Şimdilerde ise hediyelik eşyalar yaparak ayakta durmaya çalışıyoruz. Zeten yeni nesilde bu mesleği pek tercih etmiyor. İlerleyen yıllarda da mesleğimiz tamamen biter diye endişeleniyorum" dedi.
Öte yandan, bakırcı dükkanlarının yoğun bulunduğu Çarşı Mahallesi'ndeki tarihi Alacahan'ın, restorasyonuyla ilgili çalışmalar sürerken, burasının giriş katının bakırcılara tahsis edilmesi istendi.

 
23-bohçacılık

24-Çerçicilik



Çerçi, boncuk, iğne, lastik, makas gibi tuhafiye eşyaları yanında akla gelebilecek birçok eşyayı içerir. Çerçicilik de bu tuhafiye eşyalarını köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak satan gezginci esnaftır. Çerçiliğin ortaya çıkış sebeplerinden en önemlisi ulaşımın zor olduğu, alışveriş yapmanın kolay olmadığı yerlerde yaşayanların ihtiyaçlarını karşılanmasıdır. Bu nedenle de çerçiler şehirlerdeki pazarlardan, çarşılardan çeşitli ürünleri kasabalara ve köylere getirir. Çerçi yaklaştığında mutlaka üzerindeki eşyalar birbirine çarpar ve değişik sesler çıkarır.
Tarihin en eski mesleklerinden biri olan çerçicilik, gün geçtikçe yok olmaya başlarken Iğdır'da bazı satıcılar bu geleneği devam ettirmeye çalışıyor.
Teknolojinin gelişmesi, köylerde de pazar ve marketlerin kurulmaya başlamasıyla birlikte tarihin en eski meslek gruplarından biri olan gezgin satıcılar, köyleri ziyaret ederek, buralarda çeşitli ürünlerin takas usulü veya normal olarak satılması anlamına gelen çerçiciliğin yavaş yavaş yok olmaya yüz tuttuğundan şikayetçi. Sayıları gün geçtikçe azalsa da Iğdır'da bazı vatandaşlar geçimlerini halen çerçicilik yaparak devam ettiriyor. Ancak çerçicilik yapanlar da gelecek nesillere bu mesleğin kalmayacağı görüşünde.
Özellikle kırsal alanda yaşayanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasında hayati öneme sahip olan gezgin satıcılar, Iğdır'da köyleri tek tek dolaşarak, tas, tabak, giysi, temizlik malzemesi gibi çok farklı ihtiyaç maddesini tezgahında bulunduruyor.
Çerçicilerden bazıları mesleği at arabasıyla yaparken, ata bakmanın zor olduğunu belirten ve bunun içinde at arabası yerine kamyonet kullanan satıcılara da rastlamak mümkün.
Kamyonuyla hem çerçicilik hem de hurdacılık yaptığını belirten Okan Karaduman, "Şehirden aldığım bardak, ev eşyaları, giysi, temizlik malzemesi ve diğer ihtiyaçları kamyonete yükleyerek, Iğdır'ın birçok köyüne götürüp satıyorum. Bununla geçimimi sağlamaya çalışıyorum. 10 yıldır bu mesleği yapıyorum. Eskiden at arabası ile yapıyordum, ata bakmak zor olduğundan kamyonet aldım. Artık bununla yapıyorum" dedi.
Artık eskisi kadar para kazanamadıklarını söyleyen Karaduman, "Şehirdeki fiyatlarla aynı satıyoruz. Çok iş olmuyor ama genelde yumurta, peynir, hurda karşılığı takas yapıyorum. Günlük duruma göre 10-20 lira arası para kazanıp geçinmeye çalışıyorum. Günde 3 köy ancak gezebiliyorum" diye konuştu.
Satıcılardan ihtiyaçlarını karşılayan köylüler de durumdan memnun olduklarını ifade ederek, her ihtiyaç için şehre gitmek zorunda kalmadıklarını söyledi.
Sapçılık
Sap bir aletin, bir kabın elle tutularak kullanılan kısmıdır. Sapı yapanlara da “sap ustası” denir. Kazma, bel, kürek, balta, keser, çekiç ve benzeri gibi aletlerin sapları aletlerin boylarına ve kullanılacakları amaca göre seçilir. Saplar eğer balta, kazma gibi fazla güç gerektiren işlerde kullanılacaksa bunlar için meşe, gürgen, kavlak (çınar), dut gibi sağlam keresteli ağaçlar tercih edilir. İstiflenen saplar istenilen boyutlarda kesilerek ortalama on gün kadar güneşte bekletilerek sağlamlığı ölçülür ve fırınlanır. Daha sonra da istenilen aletlerde kullanılmak üzere ayrılır. Ne yazık ki günümüzde benzer işlerle uğraşan esnafa rastlamak oldukça zordur.
Sepetçi


Sepet genellikle sorgun, saz, kamış, kestane ağacı, fındık ağacı, saman sapı, böğürtlen dalı, ince ve esnek Hint hurması gibi bitkilerin dallarının yarılıp örülmesi yoluyla yiyecek veya eşya taşımak için üretilir. Sepetler kulplu ya da kulpsuz taşıma veya saklama kabıdır. Sepetin yapılacağı malzeme, sepetçi ustası tarafından “yarma demiri” adı verilen bir alet ile düz ve uzunlamasına yarılır. Elde edilen yassı şeritler aralarına yontulmamış çubuklar konularak, bir alttan bir üstten geçirilerek örgü yapılır. Bu örgü hasır örgüsüne benzer. Kullanım alanına göre çeşitli boy ve şekillerde üretilen sepetler genellikle ince, uzun ve koni şeklinde olur.
Ambalaj ve paket sanayinin gelişmediği dönemlerde sepetler, tarlada, bağda, bahçede, çiçekçilikte, zeytincilikte, balıkçılıkta, meyve ve sebzelerin taşınmasında ve daha akla gelmeyen pek çok alanda kullanılır.
Külekçi


Külek; bal, yoğurt, yağ, pekmez, süt gibi gıda maddelerini saklamaya ve taşımaya yarayan kulplu veya kulpsuz mutfak aleti olarak kullanılır. Külekler sayesinde çabuk bozulabilecek yiyecek ve içecekler köylerden kasabalara, kasabalardan şehirlere taşınır. Bozulmadan her şeyi muhafaza edebilen küleklere ekmek ve tuz da konulur, hatta bunların kendine özgü bir şekli olurdu. “Külekçiler çarşıları”nın kurulması, küleklerin önemini gösterir.
Külek yapımında beyaz dut, siyah dut, sultani söğüt ve ceviz ağacından elde edilen keresteler seçilir. Testerelerle pürüzsüzce kesilen tahtalar marangoz boyası ile boyanır. Boyanan tahtalar iyice ıslatılır ve ısıtılır. Böylece yumuşatılan ahşap kırılmadan hazır hale getirilir. Kol gücüyle çalışan merdaneli ilkel makineden geçirilerek kıvrık hale getirilir ve çivilenerek kuruması beklenir. Kuruyan tahtalar birleştirilerek perçinlenir. Daha sonra istenirse sap ve kapak takılır.
 
Çancılık Mesleği:

Çancılık, ilçemizde uzun yıllardan beri süregelen küçük el sanatlarından biridir. Çancılık mevsim mevsim değil, yılın on iki ayı yapılmaktadır. Bir çan yapılırken şu aşamalardan geçer: Çanların ebatlarına göre, saç makasla kesilir. Her çanın kendine göre bir kalıbı bulunmaktadır. Kalıplarına göre kesilen saclar, körüklü ocakta kızdırılır. Kızdırılan parçalar, daha önceden hazır bulunan ve kuyu denilen yataklarına konularak, insan gücüyle çekiçle dövülür. Bu aşamadan sonra ayrı bir örste perçinleme suretiyle kenarları yanaştırılır.
Yapılacak çan tasarlanır ve tepesi takılır. Kızgın ateşte kenarı ve tepesi kaynatılır. Hemen soğuk suya sokularak soğutulur. Bu işlemler bitince tesviye yapılır. Ustanın birisi çanın sesini düzenler ve işin sonunda boynuzdan yapılma diller çana takılarak işlem sona erer.
Bir günde ortalama 35 çan yapılır. Yapılan bu çanlar Korkuteli, Eskişehir, Afyon, Sandıklı, Dinar, Polatlı, Emirdağ, Yatağan, Denizli gibi merkezlerde toplanarak pazarlanır. Ayrıca çanlar, ilçe içerisindeki çobanlara ve çevre köylere de satılır.
Daha önceleri TRT tarafından filme alınan ve radyo programları hazırlanan çancılık mesleği, ilçemizde devam edeceğe benzer. Çünkü bu mesleği icra eden Mahmut ŞENER ve oğulları Veli, Gürsel, Metin ile Resul GÜVEN gönülden gelerek çalışmaktadırlar

çam sakızcılığı

sandıkçılık


saraçlık
Elimizden kayip gidenler listesine saraccilikta karismak üzere diyebiliriz.Güzelim meslekler artik teklonolojiye yenik düsmenin izdirabini yasiyor.Zaman gelecek bu meslerden kimsenin haberi bile olmayacak.Tarihi meslekler, tarihin tozlu sayfalari gibi raflarda kalakalacak.
Erzurum'da bir meslek daha tarihe karışıyor. Batpazarı'nda yıllardan beri saraçlık yapan ve babasının yanında yetişen saraç ustası Abdülhamit Akbulut, saraçlık mesleğinin kendisiyle birlikte yok olacağını belirterek, artık meslekte çırak bile yetişmediğini belirtti.
35 yıldan beri saraçlık yaparak geçimini sağlayan Abdülhamit Akbulut, bugüne kadar binlerce ata sırt bellemesi, gözlüklü işlemeli at başlığı, beygir amudu, paldım, dizgin, yular, gemlik, kamçı ve eğer yaptığını kaydederek, makine kullanmadan, tamamen el işçiliği ile yapılan saraçlığın yerini artık teknolojiye ve seri üretimli fabrikalara bıraktığını belirtti.
Akbulut, çırak bulamamanın ve mesleğinin son temsilcisi olmanın hüznünü yaşadığını ifade ederek, "Makine imalatı çıktı, ustalık son buldu ve artık imalattan halka satış yapıyoruz. Mesleğimiz artık elden gitti. Babamdan sonra şimdi ben ekmeğimi saraçlıktan çıkarıyorum. Artık yanımızda çalıştıracak çırak bulamıyoruz. Benden başka da Erzurum'da çekirdekten yetişen usta olduğunu zannetmiyorum. Bu nedenle saraçlık mesleği Erzurum'da benimle birlikte sona erecek" dedi.
Öte yandan, saraciye esnafının yok olmaması için Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği'nce kurs açılmasını istediklerini dile getiren Abdülhamit Akbulut, "Saraçlık esnafı yok oluyor. Ben sesleniyor ve saraçlık kursu açması talebimi yineliyorum. Açılan bu kursla saraç çırağı yetiştirmiş oluruz ve bu meslek yok olmamış olur. Kurs için Avrupa Birliği hibe programlarından faydalanabiliriz. Mesleğimizi teknoloji karşısında ayakta tutabilmek için aynı şartları ve imkanları sağlayabiliriz.
Bu konuda bize gereken destek verilmeli. Birkaç yıl sonra artık saraçlık mesleği kalmayacak, belki de sadece ismini duyacağız. Bu bir sanattır, zenaattir. Üstelik Türkiye'nin dört bir yanına saraciye ürünleri yapıp satan da hep Erzurum olmuştur. Adı bu meslekle özdeşleşen Erzurum, bu zenaati yaşatmayı bilmelidir" diye konuştu
 
örmecilik
zembilcilik
Eski Mesleklerden Zembilcilik
Günümüzde var olan mesleklerin çoğu geçmiş zamanlarda yoktu yada var olan meslekler zamanın verdiği imkanlara göre daha değişik şekillerde uygulanabiliyorlardı. Aslında bu durumun temel nedeni gelişen teknolojinin sunduğu imkanlardan dolayıdır. Zamanında var olan ve günümüzde sanayileşmenin getirdiği etkiler nedeniyle yok olmak üzere olan bir meslekten bahs edeceğiz. Bahsi geçen meslek günümüzde yok olmaya yüz tutan bir meslek olan “zembilcilik”.

Zembil Nedir?
Hasirdan ya da sazdan örülerek yapilmis kulplu torbaya zembil denir.Selçuklular’in ve Osmanlilar’in günlük hayatinda zembil esyalarinin büyük önem tasirdi.Sanayilesmenin gelismesiyle birlikte zembil esyalarin günlük hayat içindeki önemi büyük ölçüde yok olmustur.Bugün zembil esyalari, daha çok kentlerin varoslarinda ve kirsal kesimde üretilmekte ve kullanılmaktadır.

Zembilcilik Mesleği


Zembil eşyaları yapan kişinin mesleğine zembilcilik denilmektedir.Eskiden zembilciler çarşılarda hasırdan gereçlerini yapıp satarlarmış.Hasırdan, sazdan vs. zembil, ip, şilif vb. şeyler yapan zembilciler bu yaptıklarını çarşılarda satardı.Sanayileşme ile birlikte günümüzde zembilcilik mesleği de kaybolmak üzeredir.

Mestçilik

urangcılık


faytonculuk
Geçmişin nostaljik araçları olan körüklü açık araba, halk arasında fayton adı ile bilinir. İki atla çekilen , üstü körüklü, dört tekerlekli ve karşılıklı 2 kişiden 4 kişinin oturabildiği binek arabasıdır.
Eskişehir'de turistik mekanlara bir gezi aracı olarak kullanılmaktadır. Halkımız sünnet ve evlenme düğünlerinde bu faytonlardan gezi amacıyla faydalanmaktadır.
Eskişehir'de istasyon köprüsünün altında mesleklerini icra etmeye çalışan faytonculardan Ahmet ÖREN konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yaptı:
''M.Ö 2000 yıllarında Türkler tarafından kullanılmaya başlanılan faytonculuk mesleği, 5 sene daha faytonculuk saltanatını sürdürebilir. 5 sene sonunda bu meslek tarihe karışacaktır. Bu aracı kullanmadan önce, atlarımızı ehlileştiriyoruz. Bizim burada 7 tane faytoncu arkadaşımız bulunmaktadır. Vergi levhamız ve araçlarımızın plakaları bulunmaktadır. Yasal olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz. Her birimiz 30 milyar lira değerindeki araçlarla halkımıza hizmet vermekteyiz. 2 ay sonra faytonculuk sezonu kapanacaktır. Bizlere iyi bir durak temin edilirse, geniş halk kitlesine hizmet edebiliriz. Halkımız faytonla gezi yapmaktan hoşlanmaktadır. Düğünlerde sünnet çocukları ve gelinle -damatlar faytonla şehir içlerini gezerek,düğünlerine renk katmaktadırlar.''

Sobacılık
 Bir dönemin gözde meslekleri arasında yer alan sobacılık mesleği evlerde ve işyerlerinde kullanılan soba , ızgara, kova gibi ürünlerin imal edildiği atölyeler.Bu işi yapacak eleman yetiştiremedikleri için bu mesleğin unutulmaya yüz tutan meslekler arasına girmişti. “Günümüzde anne babalar çocuklarını böyle mesleklere yönlendirmiyor. Gençler de daha çok masa başı işleri tercih ediyor. Bu yüzden bu meslekte çalışacak işçi bulmakta zordur.

1. BOYAHANECİLİK

Gördes halıcı bir memleket olduğu için halıyı dokuyanların yanı sıra, dokutanlar da vardı. O yıllarda üç tane büyük boyahane vardı. Bunlardan Kadayıfçıların Hakkı Beyin boyahanesi fabrika teklinde büyük idi. Bu sülâle sonraları İzmir'e göç etmiştir. Boyacı Tevfik Beyin (Altan) boyahanesi Cuma mahallesindeydi. Ayrıca Küçük Asım Bey'in (Ahmet ve Dr. Faruk Öğüt'ün babası) ve Efendelili Molla İbrahim Bey'in (Refik Atay'ın dedesi) de birer boyahaneleri vardı. Halı iplikleri Uşak'ta imal edilir, boyasız olarak Gördes'e getirilir, bu boyahanelerde boyanırdı. Bitkilerden elde edilen Kök boyalar kullanılırdı.

Osmanlı Devletinde Orta ve Batı Anadolu’da, bu günkü tütün ziraatı gibi tarlalara “Boya Otu” ekilirdi.Kırmızı renk veren bu bitki kumaş ve halı ipi boyamada kullanılmış, yıllarca yurt dışına da ihraç edilmiştir. Sentetik boyaların çıkmasıyla bu tarim bırakılmıştır.(A-6)

2. HALICILIK



* Gördes'in kendine has halı motifleri nelerdir?
* Halı nasıl dokunur, kullanılan araç gereçler nelerdir?
* Ünlü halı tüccarları kimlerdi?
* Dokumacılık ve kilimcilik var mıydı?
* Türkülü halı hikâyesi neydi?
* Ayşe Kızla Vato’nun hikayesi.
Eski Gördes'te memurların ve yabancıların dışında hemen herkesin evinde halı tezgâhı vardı. Daima Gördes düğümü olarak bilinen Çift düğüm kullanılırdı. Gördes Batı Anadolu'nun en önemli halı merkeziydi ve halı seccadeleri ile ünlüydü. Bu seccadeler çok zarif olup, kadifeyi andırırlardı. Osmanlı sarayının ihtiyacı da buradan karşılanırdı (A-1).
Başta Konya Mevlana Müzesi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve İstanbul Sultanahmet Halı Müzesi olmak üzere, yurt dışında Victoria ve Albert Müzeleri, Berlin Türk İslam Eserleri Müzesi, Budapeşte Uygulamalı Sanatlar müzesinde eşsiz Gördes halı örnekleri mevcuttur. Ne yazık ki, bu güne kadar halılarıyla ünlü Gördes, tarihi halı örneklerinin sergilendiği bir halı müzesine sahip olamamış, camilerdeki eski halıların bir kısmı çalınmış, bir kısmı da yetkililerce toplanarak muhtemelen güvelere teslim edilmiştir. Geçmişte yöneticileri bu konuya kafa yormamış, çaba sarf etmemiş, belki de imkan bulamamışlardır. İlçemizin bu günkü yönetici- lerinin konuya el atarak bu ciddi eksikliği gidereceklerini ümit ve temenni ediyoruz.
Gördes'e has halı motifleri vardı ve bunların ekserisi seccade türü idi. Bunlar; Kız Gördes, Sinekli Gördes, Asmalı Gördes, Marpuçlu Gördes, Madalyonlu Gördes, Karanfilli Gördes, Elmalı Gördes, Mecidî Gördes, Kızıl Gördes, Şamdanlı Gördes, Direkli Namazlık, Çakıroğlu, İncesulu idi.
Dokuyanlar bugün olduğu gibi genellikle kadın ve kızlardı. Erkeklerin birçoğu bilir, fakat çok azı dokurdu. Halı malzemelerini tüccar verir, dokuyucu halıyı bitirdikten sonrayevmiyesini alırdı.
Halı dokunurken Çakı, tahta veya demir Kirkit, Makas gibi aletler kullanılır. Halı tezgâhının alt ve üstünde delikli, halının gerildiği çam kerestesinden yapılmış iki "Halı ağacı" vardır. Çift sıra çözgünün üst ve alt uçlarının arasında parmak kalınlığında demir çubuklar yer alır. Bu demir, üst ve alt halı ağaçlarına 15-20 cm aralıklı deliklerden iri çiviler geçirilerek tutturulur. Üstteki ağacı çevirmek ve ipleri germek için "Çeki" denen ucu çatallı, sağlam meşeden bir ağaç kullanılırdı. Çeki aşağıya doğru indirilip yeterli gerginlik
Bağlandıktan sonra, Urgan ile yan ağacın altına bağlanır. Sonradan Mengene denen demirler kullanılmaya başlanmıştır. Tezgâhın ortasında "Güzü" denen yatay duruşlu bir ağaç daha vardır. Sayıları yüzlerle olan çapraz iki sıra dikey iplere "Çözgü" denir. Bunlar yündür, ancak pamuktan ise "Eriş" adını alır. Güzünün üst ve altında çözgü iplerinin arasında birer tane kargı bulunur. Yukarıdaki kargı çapraz ipleri açmak, aşağıdaki kargı ise aradan "Argaç" denen atkı ipleri kolay geçirmek için kullanılır. Argaç Kaskan denen atık kumaş ve düşük kaliteli pamuktan yapılan Adana ve Malatya bez fabrikalarında üretilen kalın iplerdir. Güzünün üstündeki renk renk yün yumaklardan aşağı doğru uzanan uçlardan "Halı örneği"ne uygun düğümler atılır ki, bu düğümlere "İlmik" denir. İlmikler çapraz iki tel arasından geçirilir ve üzerine argaç atılarak kirkitle vurulup sıkıştırılır.
Koyunların nisanda kırkılan tüylerine Yapağı, eylülde- kilere ise Yün denir. Halı için yün daha makbuldür. Halı tüccarları bunları Simav, Balıkesir fabrikalarında yün ipliği (İlme) haline getirilir, sonra Gördes'teki boyahanelerde boyanırdı Eskiden tamamen kök boya kullanılırken, sonraları sentetik boyalar yaygınlaşmıştır. Boyahaneden gelen "Çile" adı verilen yün demetler alınır, "Elemne"ye geçirildikten sonra Yumak haline getirilerek sarılır. Pamuktan olan argaç ise, elemnede yumak haline getirilmez, küçük çileler haline getirilir ki, buna "Mekle" adı verilir. Düğümler bir sırayı tamam- ladığında buna da "Sıyırdım" adı verilir. Çözgüdeki tel sayısına göre 40, 50, 60 sıyırdım bir "Yevmiye" yapar. Daha önceleri6000 düğüm bir yevmiye sayılırdı.
Halı dokuyan kişi, iki "Halı sandığı" üzerine konan "Halı tahtası" üzerine oturur. Halı sandığının içinde bazan halı yumakları, bazan tiftik veya kırpıntılar konur. Sandıkların sayısı ihtiyaca göre 2-3'e çıkarılarak dokunulacak seviyeye çıkılır. En geniş büyük halılarda yan yana 2 ila 5 kişi birlikte halıyı dokurdu. Bunlardan biri diğerinin önünde giderse, diğerine "Gedik" denen kademeli eğik bir sınır bırakır. Ancak burada kesinlikle hak geçirilmez. Yevmiye bitince, kırkmayı kolaylaştırmak için yeni dokunan kısım elle demet demet çekilerek ön uçları yolunur.
Yumuşak ve kabarık olan bu artıklara "Tiftik" denir. Tiftik yatak ve yorgan içini doldurmada kullanılır. Ya da "Kirman"la eğirilerek ip haline getirilir ve kilim dokumada kullanılır. Normal halılarda yevmiye bitince, yün halılarda ise 5-10 sıyırdım dokununca 35-40 cm. boyundaki özel "halı makası" ile dokunan kısım kırpılır. Makasın iki ucu, iki el yardımıyla aynı anda sıkılarak uzun uçlar kısaltılır, kesilir. Buradan çıkan kısa yün iplik parçalarına "Kırpıntı" denir. Bunlar da yatak ve yastık doldurmada kullanılır. Halının dokunması tamamlandığında 5-6 cm. eninde kilim kısmı dokunur ve 10 cm. yukarıdan çözgüler kesilir. Üstte kalan artık ipler "Ulama" denen bir usülle birbirine eklenerek kilim ya da bazan halı dokumada tekrar kullanılır.
Tüccarın talebine göre, halı kaba ya da ince dokunur. Kaba halıda bütün işlemler kalın ve seyrek yapılır, kaba kakılır. Böylece az malzeme ve işçilikle daha büyük halı elde edilir. Halıya el sürülünce ipler bir tarafa yatar. İnce halıda ise, tam tersi yapılır. Argaç incedir ve daha çok kakılır. Böylece daha ince halı elde edilir. Halı 5-10 sıyırdımda bir kırpılır. Tüylerine el sürülünce diktir ve kadife hissi alınır. Bu tür halılar pahalıdır. Üçüncü ve en kıymetli halı ise, atkısı, çözgüsü ve ilmikleriyle tamamen yün olan ince halıdır. Mutlaka "Kök boya" kullanılır. Bunların kirkitleri de farklı olup, daha sık aralıklıdır. Bunlar 2-3 sıyırdımda bir kırpılır. Halı dokumada kullanılan uzunluk ölçüsü, yakın zamana kadar da süren Osmanlı dönemi ölçüsü olan "Arşın"dı. Arşın 68 cm olup, 8 "Urup" ve 16 "Gire"ye ayrılırdı.
Eski Gördes'in ünlü halı tüccarları ya da firmaları şunlardı:
* Nalbantoğlu Osman Ağa, Şark Halı şirketinin Gördes temsilcisi olup, Muammer Osmanağaoğlu'nun babasıdır.
* Kadayıfçızadelerden Mehmet Efendi ve oğlu Hakkı Efendi ( Kadayıfçı)
* Horozoğulları
Bu üç firma yurtdışına halı ihraç eden önemli kişi ve kuruluşlardı. Ancak 1929-1932. yıllarda yaşanan dünya ekonomik krizi döneminde yabancılardan halı paralarını alamadıkları için iflas etmişlerdir.
* Germiyanlı Ahmet Efendi
* Büyük Asım Bey (Büke) ve Küçük Asım Beyler (Öğüt)
* Leblebici Ahmet Efendi (Ünal) (Halıcı Mehmet Ünal'ın babası) ve Murtaza Bey (Ünal)
* Sıtkı Babayiğit
* Tevfik Sarıoğlu ve Hakkı Güven
Gördes'te kilimcilik ve dokumacılık da vardı. Kilim halı gibi basit tezgâhlarda dokunurdu ve 200'e yakın tezgâh vardı. Dokumacılık ise daha iptidai olup, sınırlı miktarda en fazla ise Karakeçili ve Tomaşa köylerinde 100 kadar tezgahta dokunurdu.
Burada değerli araştıracı Mehmet Önder'in "Efsane, Destan ve Öyküleriyle Anadolu Kentleri" adlı kitabında (A-7) yer alan "Gördes ve Türkülü Halı Hikâyesi" bölümüne de yer vermek istiyoruz:
On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Türk halıcılığı ününü dünyaya duyurur. Batı ülkelerine halıyı ilk olarak Osmanlı Türkleri götürür. Bu yüzyıllarda Anadolu'nun batı bölgesinde üç büyük halıcılık merkezi vardır. Uşak, Kula ve Gördes. . . Bu üç şehirde dokunan halı ya da seccadeler, yalnız Osmanlı saraylarını, köşklerini, konaklarını süslemez, bunları Avrupa antika pazarlarında etek dolusu paralarla satarlar. . . Özellikle Gördes'in kırmızı, lacivert, mavi zemin üzerine çifte mihraplı seccadelerine diyecek söz olmaz. Yıllar yılı solmayan renkleri, bir has bahçeyi andıran çiçek motifleriyle, cıvıl cıvıl, hayat doludur Gördes halıları. . . İbrik, şamdan, kandil desenleri içinde, bir usta ressamın fırçasından çıkmış tablolardır bunlar.
Gördes'te halıları genç kızlar dokur. Gördes düğümü dedikleri, çift atmalı bir tür düğüm vardır ki, tüm Anadolu'ya yayılmış, Türk halılarını, öteki ülkelerin halılarından ayıran bir özellik olmuştur. Gördes düğümü, hem halının ömrünü uzatır, hem de halıya bir kadife inceliği verir. Gördes, Türk halıcılığında, halı sanatımızda bir okul olmuş, tezgahlarında dünyanın en güzel halıları dokunmuş, bu yüzden Gördes'in şöhreti dünyaya yayılmıştır.
Bugün dünyanın neresinde bir halı müzesi görürseniz, Gördes halısını baş köşede bulursunuz. Manisa ilinde bir ilçe merkezi olan, yine de halı tezgahlarını elinden bırakmayan Gördes, işte böyle bir Gördes'tir.
Yeryüzüne halıyı ilk getiren milletin Türkler olduğunu sanat tarihçileri bir ağızdan söyler. Düğümlü ilk halıyı dokuyan da Anadolu Selçukluları devrinde Türk kadını olmuştur. Renge büyük bir özlemle sarılan, rengi renkten ayıran Anadolu kadını, giyiminde kuşamında, gergefinde, tezgâhında, tutam tutam renkleri nasıl işler, tabiat güzelliklerini halısında, kiliminde ölümsüzlüğe ulaştırır. Yalnız renkleri değil, desenleri de kendi bulur, iç dünyasını, aşkını, özlemini bu desenlerle dile getirir. Kız Gördes dedikleri bir tür duvar seccadesi vardır, bakmaya doyum olmaz. Gülen, konuşan, halay çeken, türkü söyleyen, tüm sevgisini bir tezgâhta halıya döken sembolik bir şiir gibidir bu seccadeler.
Türkülü Halı Hikâyesi
Bunlar Gördes'in sessizlik içinde konuşan yürek yürek sevda dolu halıları. Bir "Türkülü halı" hikâyesi vardır Gördes'in, anlatırlar:
Gördes, Manisa'da beyliğini kuran Saruhan oğullarının idaresinde iken, Saruhan Beyi'nin oğlu, bir sabah erken kır atına biner, Gördes caddelerinden geçer. Derken yolu üzerindeki bir pencere açılır, bir baş uzanır. Bey oğlu bir de ne görsün? Büklüm büklüm saçları omuzlarına dökülen bir güzel ki, ömründe böylesini görmemiştir. Cilveli bir gülücük, sonra kapanan bir pencere. Oğlanın aklı başından gider. Ertesi sabah atının dizginini yine Gördes'e çevirir. Yine açılan pencere, yüzünü gösteren güzel. Bey oğlu deli olacak. Hayali gözünden gitmiyor. Üstelik derdini de kimseye açamaz. Bekar mı, evli mi, dul mu? Üç gün, beş gün, bir ay derken bir sabah, Bey oğlu, pencerenin önünden geçerken bir işaret verir, bununla bana bir haber gönder demek ister ve yürür. . . Ertesi sabah, aynı caddeden geçen Bey oğlu, genç kızın penceresi önündeki balkondan aşağıya sarkıtılmış bir halı görür. Halıya şöyle bir göz atınca yüreği ferahlar. . . Halı üzerindeki renk ve desenleri şöyle yorumlar:
Yaşım on beş,
Yüreğim yanar ateş,
Bekliyorum seni,
İste babamdan
Al götür beni.
Ondan sonrası kırk gün kırk gece süren düğünle sonuçlanır. Gördes en güzel kızını Manisa'ya uğurlar. Düğün şenliğinin önünde, sancak gibi bir halı dalgalanır gider. Ardından türküler söylenir, Gördes halısının türküsüdür bu:
Bu aşkın dumanı tütmez odumdan,
Her seher gül yüzün çıkmaz yadımdan,
Götür beni beyim tut kanadımdan,
Kor gibi ateşle yandırdın beni,
Divaneler gibi döndürdün beni.
Gördes yalnız, ince belli, fidan boylu halıcı kızlarıyla değil, kadın kahramanlarıyla da tarihe mühürler adını. Kurtuluş savaşı yıllarında, yirmi yaşındaki Gördes kızı Makbule'nin, kocası Halil Efeyle birlikte, Türk çetecileri arasında omuz omuza, süngü süngüye Yunanla nasıl savaştığını, vatan savunmasında nasıl destanlaştığını herkes bilir. Ne yazık ki, bu kahraman kadın, Gördesli Makbule, 24 Mart 1922 gecesi Kocayayla baskınında başından aldığı bir yarayla Türk şehitleri arasında, adını ölmezliğe ulaştırır. Halk arasında Gördes'in Dişi Arslanı diye ün yapan Makbule'yi yalnız Gördesliler değil, Türk milleti hiçbir zaman unutmayacaktır.
Gördes küçük bir Batı Anadolu şehridir, ama ünü büyük, şöhreti dünyaya yayılmıştır.
Bir dönem lise ders kitaplarında yer alan, okuduğu zaman her Gördesli genci heyecanlandırıp, gururlandıran, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun (A-8) “Bir Gördes Halısının Hikayesi”ni anlatan yazısını buraya almamak olmazdı. Şöyle ki:
“Ayşe Kızla Vato”
İştah ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra, köpüklü kahveler arasında içilen sigaraların dumanlarından kulübün yemek salonu hayli sislenmişti. Bir tarafta iddialı av sohbeti, diğer cihette Meclis-i Mebusan müzakereleri sonrası bir siyaset mücadelesi, şu köşede bir kaç asil gencin, belki, bir güzel kadın tarafından aldatılmış bir refikaya karşı kahkahaları, ekseri müdavimleri yaşlı, vekarlı zatlardan mürekkep olan bu mahfilin havasını haz ve neş’e rüzgarlarıyla dalgalandırıyordu.
Bizim sofrada bahis, Türk, Macar ve Lehlerin (Polonyalı) tarihi külah ve libaslarının(elbise) müşabehet -lerine (benzeyiş) dairdi. Konyağın son damlasını emen Kont “Geza... ” iri sigarasını silkelerken ecdadının eski hilatlariyle (kaftan) kendisinin biriktirdiği asarı nefise (nefis eserler) kolleksiyonunu göstermek için bizi konağına davet etti.
Benimle beraber Amerikalı, İtalyan ve Alman dört yemek arkadaşı, kulübün avlusunda bekleyen, konutun otomobiline girdik. On dakika sonra kendimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıkları tıraşlı bir uşak, sağ tarafta üstü koyu güvez çuha ile kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde bu ailenin atalarına ait bir kaç yüz çarık, çizme, terlik, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş sedirde, ceviz dolapların parlak camları arkasında, sahte birer kibar tavrıyla duruşlarında gizli tuhaflık vardı. Kont’un katibinin arkasında diğer bir odaya dahil olduk. Burada oymalı iki abanoz koltuk ve iki masada iki büyük demir kasa ile ortada bir camlı müstakil masa vardı. Bu masanın cam sathı altında firuze, mercan işlemeli, gümüş oymalı telkari bıçaklar, yatağanlar serilmişti.
Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekmeceler içinde, gümüş tepsiler üstünde, bize gösterilen elmaslı, yakutlu sorguçlar, safirli ve firuzeli kılıç kemerleri, murassa (değerli taşlarla donanmış) kadın ve erkek düğmeleri, gümüşlü, mineli eski Türk ve Macar üzengileri, el aynaları, önümüze yığılıverdi. Bu hanedana ecdattan kalan ve daima büyük oğula intikal eden bu kıymetli aile hatıralarının bu suretle dikkatle saklanmasını takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük hazine-i Karun idi.
Geniş merdivenden yukarı kata çıktık. Burada yemek odasından salona kadar gümüş leğen ve ibrikten, ufak incili yastığa kadar bütün eşyanın bir kıymeti, bir inceliği vardı. Camekanın iç tarafında Asya ve Avrupa’nın hemen her tarihi milletine ait olmak üzere pırlantadan akike, altından pirince kadar, belki üç yüz yüzük, kadife yivler arasında sıralanmıştı.
Duvardaki pastel ve yağlı boya nefis levhalara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi Kont’un yazı odasında idik.
--İşte, dedi, Macaristan’da bir eşi bulunmayan bir hakiki “Vato”
Bu tahminen seksen santim boyunda ve elli santim eninde bir tablo idi. Ormanda bir pınar başında kurulmuş bir sofra... Kenarda bir genç saz çalışıyor. İki taze uzanmışlar dinliyorlar, biraz beride iki kadın arkası katmerli ve kabarık libaslar ile raks ediyor, görünüyorlardı.
--Şimdi, bundan kıymetli bir şey göstereceğim.
Parmağıyla o meşhur Fransız ressamın levhasının yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu bir Gördes seccadesiydi. Çimdi bütün gözler bu nefiseye çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan Amerikalı ile ressam İtalyan seccadenin yanına yaklaşarak altından küçük ilmiklerine bakıyorlardı.
Koyu mavi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı zırhlar ile çevrilmiş ve ortası dört ve sekiz köşe madalyonlar le bezenmişti. Kenarın, zırhları ve madalyonun içleri anlaşılmaz nakışlarla dolu idi. Bunlar çapraşık karışık, fakat uyumlu, perişan dağınık fakat muntazam, hiç bir şekle uymaz fakat hendesi (geometrik), ne çiçek, ne yaprak fakat düşünce, ne resim ve ne hendese, fakat ince idi... Vato’nun yaz levhası yanında, seccadenin bu hali başka türlü, sanki sırf tasavvufi, ruhani, manevi bir bahar şekli arzediyordu, O derece renkler uygun ve tatlı idi.
Kont, halının karşısına geçmiş:
--Bakınız! Bakınız! Diyordu; şu çiçeklerde maviden kırmızıya, kırmızıdan sarıya ne latif bir ahenk ile geçiriliyordu, Boyalara bu garip imtizacı, bu hayale gelmeyen güzel imtizacı veren hangi ilimdir, hangi terbiyedir. Sanmam ki Türkiye’de halıcılık mektebi bulunsun, diyordu.
--Hayır.
--Ben, Hind’in, İran’ın o üstlerinde oklarla vurulmuş ceylan, kaplan resimleri, çelimsiz süvarileri, bücür insanlar, kurbağalara benzer kuşlar işlenmiş halıları sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu gibi tabii maddeler, yarım ve iptidai surette taklit olunmuştur. Türk halılarında tabiatı taklitten eser yoktur. Bütün nakışlar tuluat ve icadtır. Bütün bu hüner, munis ve düşündürücü bir garabettir. Nakışları birbirine benzer iki halı görmedim.
--Hatta bir halıdaki mukabil iki şekilden bile biri diğerine tamamiyle müşabih(benzer) değildir.
Bu Gördes halısıyla, Vato’nun tablosu karşısına tesadüf eden ipekli eski Kıbrıs kumaşı kanape ve koltuklara oturduk. Şimdi ziyaretçiler hane sahibinin verdiği sigaraları savuru- yorlardı.
Kont dedi ki:
--Bir gün fakir düşsem, belki Vato’yu satabilirim. Fakat aile yadigarı eşyam ile bu halıyı elimden çıkaramam sanıyorum.
Tarihi, değerli eşya ile dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bükük durması beklenen bu Türk sanatının, bu Türk zevkinin, bu Türk kadınlığının saltanatı huzurunda gönlüm iftiharla, ihtiramla (saygıyla) çarpıyordu. Gözlerim ıraklara doğru daldı. Kurutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve nihayetsiz bir çölün ortasında bir bardak buzlu su bulan yolcu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm, düşündükçe ağlamak istedim.
Gözümün önüne geliyordu:
Harap Gördes kasabası. Balçıktan karanlık, ocak dumanlarından sisli evleri. Melul ve sakin ahalisi.... Kapısının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk benizli ihtiyar kadınları. Halı tezgahının önünde bir kaç kırık tahta iskemlenin üstüne oturmuş, başını önüne eğmiş bir “Ayşe kız” ile iki küçük arkadaşı, halının erişleriyle argaçları arasında kınalı parmakcıkları titreyerek didiniyorlar ve en büyüğü:
Gece bir ses geldi derinden, derinden
Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden?
manisi, Arabistan’da silah altındaki “Mehmet”ini düşünerek yavaş, yavaş fısıldarken kara gözlerinden üstüne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mahrumiyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhani bir şekil alıyor.
Artık dumanlı gözler, önümüzdeki örneğe bakmıyor, titreyen eller argaçların tellerini saymıyor. Kederli, fakat necip, usta fakat esrarengiz bir ruhun sevkiyle gelişi güzel argaçlar renk renk ilmikleniyor....
Ben bu levhayı böyle görüyorum.
Ey tatlı kokulu kır menekşeli, Ey karanlıklar içinde nur ağlayan mahzun yıldızı! Ey Ayşe kız! Sen bu nefis şaheseri nasıl meydana getirdin? Mektep, üstad görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vato ile imtihan meydanına girdin? Ve aynı şeref mevkiini kazandın? Bu feyz, bu istidat, bu zevk sana nereden geldi?...
Ey Ayşecikler!... Avrupa’nın zeka merkezlerindeki müzelerde sizin saf fakat üstün eserleriniz için ayrı ayrı salonlar, sergiler açıldı. Muhafızlar tayin edildi, Hüner- lerinizin inceliklerini, güzelliklerini anlamak için mütehas-sıslar zuhur ette. Bu ne kudret, bu ne feyizdir?!..
Siz yalnız usulüm ve emsalim haricindeki bir usta, bir ressam, bir mühendis, bir nakış değilsiniz. Türklüğün ruhundaki sağlamlık ve vakarı gösterecek manaları misalsiz nakışlarınızla, rumuzlu ilhamlarımızla izhar eden birer de şairsiniz. Onun için Anadolu halılarının bütün bir tarihimizi gösteren yiğitlik ahengini, mest edici anlamını İran ve Hint halılarında görmemem.
Ey Türk ili! Viranelerinin enkazıyla mamureler (şehir, kasaba) süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki, soğumuş küllerinde ateşler gizlidir. Baykuşlarından bülbül sedası gelir... Ey Türk kadını, ırkında ne hünerli bir feyz vardır ki, hem ölüme asker yetiştirir, hem ebediyete hüner eriştirirsin! Seni benden çok evvel takdir edenler, yine Vato gibi ressamların vatandaşları oldukları için beni affet!...
Budapeşte, 20 Nisan 1334(1914)

3. TERZİLİK

* Eski Gördes'te ünlü erkek terzileri kimlerdi?
* Bayan terzileri kimlerdi?
* Nakış ve dikiş kursları nasıl başladı?
Terzilik mesleği halâ mevcuttur. Ancak hazır giyimin çok yaygınlaşması dolayısıyla, müstakil çalışan terzi sayısı son derece azalmış ve iş hacimleri de küçülmüştür.
Eski Gördes'teki meşhur erkek terzileri arasında; Terzi Ziya Bey, Terzi Servet (Rahmetli Terzi Sadık'ın babası), Terzi Ahmet (Bağcı), Terzi Mehmet (Altan), Terzi Hasan (Kabasakal), Terzi Kemal (Yarenoğlu), Terzi Osman (Matara) vardı. Terzi Ziya Bey bayanlara da elbise dikerdi.
1920 ve 1930'lu yıllarda yaşlı bayan olarak iki mahalle terzisi vardı. Bunlar Terzi Emine Molla ve Avolanların Naciye Hanım idi ve " el makinesi ile dikiş " dikerlerdi. Sonraları İstanbul'dan gelen Terzi Zehra Hanım (Engin) ve talebesi Terzi Ayşe Altan (Büke) birinci sınıf terzi oldular. Ayşe hanım evlendiği 1940 yılına kadar terzi olarak çalışmıştır. Onun öğrencisi Terzi Mürüvvet Hanım (İlker) 1941'den itibaren onun yerini almış, birçok terzi yetiştirmiştir.
1934' den itibaren senede bir ay süreyle devletin düzenlediği ve hocaları dışarıdan gelen "nakış ve dikiş kursları" başlamıştı. O yıllarda dikiş makinesinin en meşhur markası "Singer" idi. "Ayaklı dikiş makinesi" ilk defa Terzi Ayşe Hanım tarafından kullanıldı. Bundan sonra devlet devamlı statüde, kızlar için biçki ve dikiş kursları veren "yurt " açtı. 1960'lı yıllardan sonra da "Akşam Sanat Okulu" bu sahada faaliyetlere katıldı.

4. MÜHÜR KAZICILIĞI

* Mühür kazıtmak ne demektir?
* Mühür nasıl bir şeydir?
* Kimler mühür kazırdı?
* Topal Hafız bu işe nasıl başladı?
Okur yazar olmayan insanlarımız resmi işlerinde imza atamadıkları, imza yerine ad ve soyadlarının, soyadı kanunundan önce aile lâkaplarının yer aldığı mühürler kullanırlardı. Bazen okur yazar olanlar eskiden resmi işlerinde mühür kullanmışlarsa, aynı resmi dairelerce yine mühür kullanması istendiğinden, mühür kullanmaya devam ederlerdi.
Mühür yaklaşık 0. 5 cm eninde ve 2. 5 cm. boyunda olur, dikdörtgen düz bir yüzeyine sivri bir "Tığ" ile isim kazılırdı. Arkasında 2 cm. kadar bir sapı vardır. Kazıma ve oyma işleminden önce mengenede yazı kazınacak yüzey, törpüyle düzleştirilir. Boş mühürü kazırken tutmak, sabitlemek için, ortadan yarılmış 4 cm çapında ve 25 cm. boyundaki kuru bir meşe ağacı alınır. Bir ucuna 5-6 cm. mesafeden hazırlanan bir oluktan iple birbirine bağlanır. Mühürün sapı bu ağaca kıstırılır ve sabit kalması için de arka kısmın arasına kama şeklinde bir tahta kıstırılır. Bundan sonra ucu sert ve sivri tığ ile ad kazınırdı. İlk zamanlar eski harfler kullanılırken, harf inkılâbından sonra yeni harflerle yazılmaya başlanmıştır.
Eski Gördes'te mühür kazma işini Alanyalı Bekir Efendi yapardı. Daha sonraları bu işi Birgivilerin Hafız Şevket de yapmaya başlamış. Topal Hafız veya Pulcu Topal Hafız olarak da tanınan bu şahıs, Çanakkale Harp malulü olup Bakkal Abdullah Bilgili'nin de babasıdır. Topal Hafız Eski Gördes'te bakkallık yapardı. Babası Müderris Abdullah Efendidir. Ödemiş'in Birgi kasabasından Gördes'e gelip yerleşmiş, Buradaki medreselerde talebe okutmuştur. Birgivî lâkabı buradan gelmektedir.
Topal Hafız'ın mühür kazımaya başlaması ilginç bir olay üzerine başlar. Bir gün 1932'de Alanyalı Bekir Efendiye mühür kazıtmak ister. Ancak fiyatta anlaşamadıklarından, öfkeyle dükkânına gelip daha önce yapılışını gördüğü işi dener. Başarılı da olunca bu işi yapmaya başlar ve meslek sahibi olur. Sonra bir gün gidip Alanyalı Bekir Efendiye hayır dua ettikten sonra "senin sayende meslek sahibi oldum" demiştir.

5.TESTİCİLİK (BARDAKÇILIK)

1930-1935'li yıllarda şehrin kuzey tarafında, Namazgâh yakınında bir bardakhane vardı. Sahibi Konyalı Bardakçı Mustafa Efendi idi. Özel bir çamurdan, dönen tahta bir tekerlek üzerinde şekil verilerek elde edilen bu bardaklar (desti) fırınlarda pişirilirdi. Bu işten para kazanan, kâr eden bu adamı Gördesliler "Kârhaneci Mustafa" diye tanırlardı. Bu tabir çok kâr eden anlamında kullanılmasına rağmen, bu lakaptan hoşlanmazdı. Onun vefatından çok sene sonra Gördesli Hasan Ali Efendi (Kıyıcıların) çay kenarında bir bardak, desti atelyesi açtı. Bu işten zengin oldukları için Gördesliler bu aileyi "Yeni Zenginler" diye anmaya başladı. Rahmetli Yeni Zenginin Kadri (Kıyıcı) onun oğludur. Günümüzde Kadri Kıyıcı'nın oğlu Hasan Ali Kıyıcı, zor şartlarda desticilik işini devam ettirmektedir.

6. BAKIRCILIK VE KALAYCILIK

O yıllarda geçerli mesleklerdendi. Plaka halindeki bakır işlenerek çanak, tas, tencere ve benzeri ev aygıtlarını imal ederler, sonra da kalaycılara kalaylatıp satışa sunarlardı. Bilhassa Ramazan öncesi evlerde bakır kaplar kalaylatılıp, Ramazana hazır hale getirilirdi. Meşhur kalaycı ve bakırcılar; Kalaycı Süleyman (Karagöz), Kalaycı Abdullah (Kalay) ile Bakırcı Bahçıvan Hakkı (Onat) idiler.

7. DEMİRCİLİK

Eski Gördes'te Hüseyni Baba türbesine doğru gidilirken sağ tarafta birkaç tane sıcak demirci vardı. Bunlardan birisi Dobanoğlu Osman Ağa (Kafadar) isimli yatly bir zat idi. Ayryca Dobanların Halil Ağa, Arap Bilal (Öğe) (Arap Hatice Hanımın babası) ve Hakkı Çakıcı da demircilik yapardı. Osman Ağanın tabanı sertleşmiş toprak olan geniş bir dükkânı vardı. Deriden yapılmış bir körük ile ateşe hava üflenerek ateş canlı ve kuvvetli tutulur. Bu ateşte kor haline getirilen demir örs üzerinde çekiçle dövülerek şekillendirilirdi. Yakıt olarak çam kömürü kullanılırdı. Burada çapa, kazma, nacak, balta, tırpan, satır, saban demiri imal edilirdi. Usta bir çırağı ile tempolu olarak demiri döverken, bir diğer çırak da körüğü çekerdi. Çekiçle örs üzerinde şekli tamamlanan alet sıcak haldeyken suya sokulur, buna "demire su verme" denirdi. Bu demirin suda kalma süresini usta tayin eder ki bir usta sırrıdır. Bu kalma süresine göre demir çelikleşirdi.

8. KAHVE DİBEKÇİLİĞİ (DÖVÜCÜLÜK)

Gördes'te Kahveci Süleyman Ağanın (İlker) dükkâ- nının alt tarafındaki küçük bir dükkânda Dövücünün Süleyman Ağa (Ağartıcı) faaliyet gösterirdi. Kahve dövmede kullanılan, yekpare mermerden yapılmış, içi 40 santim kadar derinlikte dikdörtgen bir aygıttır. İçine konan kavrulmuş kahve tahta bir tokmakla dövülerek toz haline getirildikten sonra küçük terazilerde tartılarak müşteriye satılırdı. Dibek kahvesi diğer kahvelere göre daha makbul idi. O zamanlarda Gördes'te çay bulunmadığı için kahve tüketimi daha çoktu. Bir adam birisinin kahvesini içerse artık onun hatırı kırılmaz, hürmet gösterilirdi. Kız görmeye gidenlere mutlaka kahve ikram edilirdi.

Evlerde ise, 15-20 santim uzunluğunda 7-8 santim çapında sarı pirinçten yapılmış, hemen her evde bulunan el değirmeni, kahve öğütmek için kullanılırdı. Kavrulmuş kahve el değirmeninin üst tarafındaki kapağı açılıp içine konur, kapatılır ve el değirmeninin sapı çevrilerek öğütülen kahve en alttaki haznede birikir.

9. TÜFEKÇİLİK VE KUNDAKÇILIK

Bu usta dükkânında av tüfeği, tabanca imal ederdi. O vefat edince oğlu Tüfekçi Hüsnü Usta (Çelen), ondan sonra Tüfekçi Abdullah Usta (Bilgin), o da ölünce rahmetli Tüfekçi Ahmet (Arat) usta oldu. Bu ustaların hepsi gayet güzel tabanca, çifte tüfek ve çiftelerin ceviz kundağını yaparlardı. Bunlar gramafon tamiri de yaparlar, işlerini de iyi bilirlerdi.

10. YAĞCILIK VE YAĞHANELER

* Halkın yağ ihtiyacı nasıl karşılanırdı?
* Yağ nasıl çıkarılırdı?
Gördes'te Kavakdibinde üç tane yağhane vardı. Buralarda susam ve haşhaş yağı üretilirdi. Bunlardan birinin sahibi Bayraktarların Mustafa Usta, Bayraktarların Fevzi (Şakçı) (Rahmetli Mustafa Hoşaf'ın kayın babası), diğeri ise Necip Usta idi. Gördes'te o zamanlar zeytin yoktu, dolayısıyla zeytin yağı pek az kullanılırdı. Ancak bugün pek az üretilen susam ve haşhaş, o zamanlarda bol üretilirdi. Herkesin tarlasında kış ihtiyacı için bir parça haşhaş bir parça da susam ekilirdi. Çuvallarla eve getirilen bu mahsuller, kışın yağ ihtiyacı olduğunda 5-10 kilo tenekelerle, dağarcıklarla, küçük torbalarla yağhaneye götürülür, yağı çıkarılırdı.
Yağhanelerde mengeneler vardır. İki büyük soba borusu kalınlığındaki demir üstünvare (silindir) yan yana gelir ve içeriye doğru dönerler. Bir depodan bunun ortasına azar azar susam akıtılır. İçeriye doğru döndüğünden arada sıkışan susam altına ezilmiş olarak geçer. Ezilmiş haldeki susam ya da haşhaş büyük tavalarda kavrulur ve sıcakken kıl torbalara doldurulur. Ağzı sıkıca bağlanan bu torbalar mengenenin presi altına konarak sıkılır. Çıkan yağ altındaki hazneye dolardı. Kavrulmanın faydası yağın daha kolay çıkması içindir. Çıkan yağ tenekelere doldurularak evlere götürülür. Kalan kısma Küspe denir ve hayvan yemi olarak kullanılır. Küspe yağhane sahibine kalırdı. Yağhaneciye bu hizmeti karşılığında ya para, ya da bir miktar yağ verilirdi.
Haşhaş yağının kendine has bir kokusu vardır ve pek makbul değildir. Ancak susam yağı bugünkü çiçek yağından çok daha kıymetli ve güzeldir. Özel hoş bir koku ve lezzeti olan susam yağı çok da faydalıdır. O zamanlarda ayçiçek yağı bilinmezdi. Bilhassa tatlılardan baklava ve saraylıda, kızartmalarda, hamur içi yemeklerde kullanılırdı.

11. HALLAÇLIK

* Hallaçlık nedir?
* Hallaçların Piri kimdir?
Yün ve pamuk gibi maddeleri kabartmak. yumuşatmak için kullanılan Yay şeklindeki bir aletle icra edilen iştir. Evlerde kullanılan yün yatak, minder, yastık ve yorganın zaman zaman yumuşatılması, kabartılması gerekti- ğinde kullanılırdı. Pamuk pek bilinmezdi. Halıcılık şehri olan Gördes'te halı dokunurken ilmiklerin uzun uçları makasla kırpılır. Buradan elde edilen kırpıntılar evde kalır ve adı geçen ev eşyaların da dolgu malzemesi olarak kullanılırdı. Kullanıla kullanıla bu yün kırpıntılar topaklaşır, ilk zamanki özelliğini kaybederdi ki, buna "bitmiş" denirdi. İşte bunlar eski hale getirmek için hallaca götürülürdü.
Hallacın atıcılık sporunda kullanılan yay gibi, ancak daha büyük bir yayı vardır. Bunun iki ucu arasına "Kiriş" adı verilen hayvan bağırsağından yapılan çok sağlam bir ip gerilir. Çok gergin olan ip bitmiş, topaklanmış haldeki yün ya da kırpıntı yüne değdirilirken, diğer yandan tahta bir tokmakla kirişe vurulur. Titreşen kiriş topaklanmış yün parçalarını gevşetir ve eski haline getirir. Buna "Hallaçlama" denirdi. Ayrıca keçecilerin kullandığı yün de önce hallaçlardan geçerek gelir. Bazen keçecilerin bu işi bizzat yaptıkları da olurdu. Eski Gördes'te birkaç tane hallaç vardı. Şimdi Gördes'te bu meslek kalmamıştır. Ancak gelip geçici gezici hallaçlar bazen uğrarlar.
Bazı mesleklerin piri vardır. Hallaçların piri de Hallacı Mansur'dur. Mesela, demircilerin piri Davut Peygamber, berberlerin piri ise peygamber efendimizin berberi Selman-ı Pak'dır. Bu zatın mezarı Maraş'tadır. .

12. MUTAFLIK

* Mutaflık nedir?
* Gördes’in tek mutafı kimdi?
Keçi kılı kullanılarak yapılan dokumacılığa mutaflık, bu işi yapana da mutaf denirdi. Gördes'te bu işi yapan bir dükkan vardı. Burada kıl çadır kumaşı, kıl çuval, kıl yaygı ve sergi, kıl heybe ve kıl yemlik imal edilirdi. Yörük ve Türkmenler'in kullandığı bu çadırların su geçirmediği söylenir. Söz konusu dükkanın sahibi Mutaf İbrahim Ethem Dede (Dokumacı) diye bilinen bir zatdı. Bu kişi aynı zamanda Rufai tarikatı şeyhi idi. Uzun saçlı, acayip kılıklı bu adam, herkesten hürmet görür, eli öpülürdü.

13. SEMERCİLİK

* Semer nelerden ve nasıl yapılır?
* Devenin de semeri olur mu?
Gördes ve civarı dağlık ve tepelik olup, yolları da inişli çıkışlıdır. Yollar şimdiki gibi düzgün olmadığı ve motorlu araç da pek bulunmadığından, nakliyecilik hayvanlarla yapılırdı. Bunun için eşek, beygir (at), nadiren de katır kullanılırdı. Bundan dolayı bu hayvanlar için semer ve nalbant gerekirdi.
Semer, hayvanın sırtına yük sarabilmek için ve insanın oturmasına da yarayan bir vasıtadır. O olmadan hayvana yük sarılamaz. Üzerinde Urgan denen kalın, sağlam ipin bağlanacağı yerleri vardır. Palan denen deri bir kayışla hayvanın karnına alttan bağlanır. Yük dengeli bir şekilde iki tarafına urganla sarılır. Semerin hayvanın sırt tarafına gelen alt tarafı, yara yapmasın diye keçeden yapılır. Üst tarafı ise deri ve ağaçtan yapılır. Ağaç olarak çınar kerestesi kullanılırdı. Semercinin dükkânında 3-5 ya da 5-10 tane küçüklü büyüklü hazır semerler bulunurdu. Hayvanın büyüklüğüne göre beygirler için ayrı, eşekler için ayrı semerler vardı. Uygun ebattaki semer seçilir, pazarlık yapılarak alınırdı.
Gördes'te 4-5 tane semerci vardı. Bunların en namlısı Seferberlik Galiçya gazisi Semerci Topal Süleyman Ağa adında topal, bir bacağı olmayan usta bir zattı. Diğer semerciler ise Semerci Emin Ağa (Taş), Semerci Ahmet (Serin), Semerci Hacı Lütfi idi.
O devirde taşımacılıkta kullanılan develerin de semeri olurdu. Ancak deve semerciliği Gördes'te yoktu. Akhisar ve Manisa gibi şehirlerden alınırdı. Zaten deve kervanlarıyla nakliyecilik yapan Gördesli yoktu. Hepsi başka şehirlerdendiler. Bunlar Gördes'e mal getirir, yük alır giderlerdi.
Balkan savaşından evvel, 1910'lu yıllarda katırcılar varmış. Tamamı Gördesli olan mal sahiplerinin 3-5 tane katırı olur. Bu katır katarlarıyla Akhisar-Gördes arasında hem mal, hem de insan taşımacılığı yaparlarmış.

14. NALBANTLIK

* Hayvanın burnu neden kıstırılır?
* Nal nasıl yapılır ve hayvan nasıl nallanır?
* Ünlü nalbantlar kimlerdi?
* Öküzü nallamak farklı mıdır?
* “Hem nalına, hem mıhına vurmak” ne demektir?
Tek tırnaklı at, eşek ve katır ile çift tırnaklı öküz gibi hayvanlar yük ve insan taşımacılığında bazıları çift sürmede kullanılırdı. Bu hayvanların tırnakları yük ve diğer ağır işlerde kullanılırken yıpranır, kanar ve yara olur. Bir de Eski Gördes'in taşlı yolları da düşünülürse konu ayrı bir önem kazanır. Bunun için Nal adı verilen, hayvanın tabanına uygun, kenarlarında Mıh denen köşeli, iri kafalı özel çivilerin geçeceği delikleri bulunan demir levhalar kullanılırdı. Nalları nalbantlar kendileri yaparlardı. Dükkanındaki uzun saplı, mekanik bir demir kesme makası ile 5 milimetre kalınlığındaki demir plaklardan nalı keser, kenarlarındaki pürüzleri örs üzerinde çekiçle vura vura düzeltirdi. Sahibi sık sık hayvanının ayağına bakar, nal düşmüş mü, eskimiş mi incelerdi. İhtiyaç halinde nalbanta götürür, nallattırırdı.
Nalbant, hayvanın tırnaklarını evvelâ özel bir bıçakla keser. Hayvanın tırnağına göre hazırlanmış nallar, mıh denen çivilerle hayvanın etine değmeyecek ve ucu tırnağın yanlarından iıkacak şekilde çakılır. Bu uçlar kerpedenle kesilir ve üstüne çekiçle vurularak perçinlenirdi. Nalbanta çırağı hayvanın ayağını tutarak yardım eder. Eşek, beygir ve katır genellikle uysaldırlar ve anlatıldığı şekilde nallanırlar. Ancak bazı hayvanlar huysuz ve ürkektir. Bunların nallanması da zor olur. O zaman iki tane 40-50 santimlik sopanın birer uçları birbirine bağlanır. Hayvanın burnu bununla kıstırılarak sıkıca bağlanır. Burnunun acısından ayağını unutan hayvan ayağını unutur ve uslanır.
Namlı nalbantlardan Nalbant Arap İsmail Ağa nalbantların en yaşlısıydı. Nalbant Ali (Evirgen), Nalbant Rafet (Akıcı), Nalbant Halil (Uyanık), Nalbant İsmail (Uyanık) Gördes'in nalbantları idiler.
Eşek, beygir ve katırın nallanması nispeten kolaydır. Bir de öküzün nallanması vardır ki, oldukça zordur ve maharet ister. Öküzün çift tırnağı vardır. Diğer hayvanlar gibi ayağı tutularak nallanamaz. Nalbantın bu iş için ayrı bir yeri vardır. Önce özel urganlarla öküzün ayakları bağlanarak yere yıkılır. Ön ve arka ayakları birbirine bağlanmış hayvanın sırtı yerde iken, ayaklarının arasında bir sırık geçirilir. Bu sırık da yukarıdaki bir kiriş ya da kancaya bağlanır. Öküzün ayakları yukarıda olduğundan hiç kıpırdayamaz. Nalbant da rahatlıkla nalını çakar. Burada kullanılan nallar da özeldir. Bir ayağa iki yarım nal çakılır. Gerekirse nallama esnasında bir kişi hayvanın başını tutar. Zorluğu sebebiyle nallama ücreti biraz daha fazladır.
Türkçe’mizde "hem nalına, hem mıhına vurmak" diye bir tabir vardır. Nalbant mıhı çakarken nalın iyi oturması için arada bir nalın ortasına vurur. Dilimize yerleşen bu tabir, konuşmalarda iki manaya gelen, çekildiği tarafa göre farklı anlaşılan söz ve konularda kullanılır. Bu durumda, “hem nalına, hem mıhına vurdu” denir.

15. SARAÇLIK



Gördes’te Saraç Hakkı (Atıcı ) adında bir tane saraç vardı. Nakliyede kullanılan at, eşek, katır ve öküz gibi hayvanların genellikle deriden yapılan yular ve diğer koşum takımlarına ihtiyaç vardır. İşte saraç bunları deriden imal eden sanatkârdır. Bunlar nadiren mutaflarca keçi kılından da yapılırsa da, deriden yapılanlar daha sağlam olur. O zamanlar Gördes şehir yollarının uygun olmamasından dolayı, at arabası yoktu. Sonradan görülen at arabalarının koşum takımları farklıdır.

16. TABAKLIK (DERİCİLİK)

* Kayacık sahtiyanı neydi?
*Kırmızı meşin, Paralar peşin sözünün anlattığı neydi?
* Ünlü dericiler kimlerdi?
Gördes'te küçük hacimli de olsa dericilik de vardır. Arapça'da derici anlamına gelen "Dabbağ", Türkçe'ye "Tabak" olarak geçmiştir. Dana derisinden Uskar (ayakkabı derisi) ve Kösele, keçi derisinden Sahtiyan (Kırmızı meşin) ve glase, koyun derisinden ise Meşin (ayakkabı astarı) ve Gocuk yapılırdı. Ham deri ıslatılıp, yumuşatıldıktan sonra bir tahtaya kenarlarından çakıldıktan sonra tüyleri kazınırdı. Derinin terbiyesinde palamut ve ilginçtir, köpek pisliği kullanılması Yeni Gördes'e taşınılıncaya kadar devam etmiştir. Zaten bu tarihten sonra da bu mesleği yapan kalmamıştır.
Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde Kayacık'ta keçi derisinden imâl edilen Kırmızı Meşinin (Kayacık Sahtiyanı), o zamanlar dünyaca meşhur Mısır'ın İskenderiye sahtiyanlarından daha üstün olduğunu bildirmektedir. Nitekim o günlerden bu günlere, halk arasında, özellikle bölgemizde kullanılan "Kırmızı meşin, Paralar peşin" deyimi, Kayacık- taki bu canlı ve istikrarlı ticari hayatı simgelemektedir (A-9).
Eski Gördes'te bu itle udratanlar; Tabak Kadir, Kulaksızların Mustafa (Kurt) (Rahmetli Kahveci Cevdet Kurt'un babasıdır), Tabak Mehmet (Tabak), Tabak Mehmet (Bağcı). Hepsinin ayrı ayrı iptidai küçük birer tabakhaneleri vardı. Ürettikleri derileri ise, semercilere ve ayakkabıcılara satarlardı.

17. KEÇECİLİK



* Keçe neden ve nasıl yapılır, Nerelerde kullanılırdı?
* “Teptim keçe oldu, Sıktım külah oldu” sözü nereden gelir?
* Rum erkeklerin şapkaları nasıldı?
* Osmanlıya fes ne zaman ve nasıl geldi?
* Türk erkeklerin günlük kıyafeti nasıldı?
* Ceket ve pantolon ne zaman geldi?
Gördes'te kaybolan mesleklerden birisi de keçeciliktir. Keçecilik Türk toplum hayatında büyük rol oynamış mesleklerden biridir ve uzun bir tarihi vardır. 1930'lu yıllarda Gördes’te 3-4 tane keçeci vardı. Keçenin ham maddesi tamamen yün ve yapağıdır. Keçecinin yanında muhakkak bir çırağının olması lâzımdır. Çünkü keçe iki kişinin çabasıyla imal edilebilir.
Keçeci dükkanında alet olarak sadece özel yapılmış sağlam büyükçe bir hasır bulunurdu. Keçeci yukarıda anlatıldığı gibi, hallaçlık da yapabilirdi. Ama daha çok atılmış yünü, hallaçlardan hazır olarak alır, bunun üzerinde çalışırlardı. Keçecinin imal ettiği malların başında evlerde kilim ve halı niyetine kullanılan"yaygı" ve "sergi" ler gelirdi. Yaklaşık bir parmak kalınlığında ve muhtelif büyüklüklerdeki bu yaygılar, evlerin tabanlarına serilirdi.
Keçenin yapılışı şöyledir: Önce hasır yere serilir, atılmış yün bunun üzerine eşit miktar ve kalınlıkta yayılır. Kabarmış yün bazen bir, bazen iki karış kalınlıktadır. Hasır bir ucundan başlanarak yünle birlikte sıkıca yuvarlanarak sarılır. Bir hayli kalın hale gelen rulonun iki ucu sıkıca bağlanır. Silindir şeklindeki bu malzemenin başına usta ile çırak geçer, varsa bir kişi daha yardım eder. Sol ayakları yerde olacak şekilde hem tekmelemeye, hem de yavaş yavaş yuvarlamaya başlarlar. İki ya da üç kişinin aynı anda tekmelemeleri için usta, "hıh, hıh, hıh" diye tempo tutar. Akşama kadar malzemeyi tekmeler ve yuvarlarlar. İnceldikçe bağlarını sıkılarlar. Usta, yünün keçe haline geldiği zamanı kalınlığına bakarak anlar. Bağları çözüp açtıkları zaman ortaya kocaman bir keçe çıkar. Usta, beyaz ham yünü yere sermeden önce kırmızı, mavi ve yeşile boyanmış yünleri yerleştirerek keçenin desenini, süsünü hazırlar. Süsler bazen yeşil selvidir, bazan bir çiçektir. Keçenin yapımı bitip ipleri açıldığında desenleri, süsleri artık hazır haldedir.
Keçecinin imal ettiği bir diğer mamul de "Çoban kepeneği"dir. Kepenek bir tür çoban giysisidir. Kolu yoktur. Dibi yukarıda köşeleri kapalı ve omuzlara gelen, bir tarafı boyunca ortadan açık, uzun bir keçe çuval şeklinde tasavvur edilebilir. Üst arkasında yine keçeden bir külahı vardır. Bu da özel bir hasırla çobanın boyuna uygun olarak yapılır. Küçüğü, büyüğü, darı genişi vardır. Her çobanın bir kepeneği mutlaka vardır. Hem yatak, hem de yorgan vazifesi görür. Kar ve yağmur içindeki çobanı etkilemez. İçinde rahatlıkla yatar uyur.
Keçecilerin yaptığı bir eşya da "Keçe külâh"tır. Bu bir nevi başlıktır. Umumiyetle ya mor koyunların tabii yününden yapılır, ya da boyanır. Osmanlı Devleti zamanında festen evvel, Gördes dahil her yerde keçe külah giyilirmiş. Aynı dönemlerde bütün memurlar, ulema ve din hocaları kavuk giyerlermiş. Memurların vazife ve mevkilerine göre kavukların şekli değişirmiş. Ulemanın, medrese hocalarının, talebelerin, müdürlerin, kadıların kavukları farklı farklı imiş.
Şapka inkılabına kadar Gördesliler de fes ve kalpak giyerlerdi. Ancak az sayıda keçe külah giyenler de vardı. Özellikle köylüler köyünde, tarlasına ve bağına giderken külâh giyerlerdi. Keçe külah yün olduğundan sıcak tutar. Fes pahalı ve kalıbı kolay bozulduğu için köylülerce giyilmezdi. Keçe külâh ucuzdu. Çünkü köylü hayvanının yününü keçeciye götürür, ucuza külâh yaptırırdı. Şapka inkılâbından sonra da bir süre külâh giyilmeye devam etmiştir.
Külâhın Osmanlı Türklerinde mühim bir yeri vardır. "Teptim keçe oldu, Sıktım külâh oldu" lafı da, "Hem nalına, hem mıhına vurmak" gibi sık kullanılan bir tabirdi. Okumuşlar, daha kibar bulduklarından, külaha “ Arakiyye” derlerdi. Ancak halk keçe külâh derdi.
Osmanlı zamanında gayrimüslim Rum erkekler külâh ya da fes giymezler, Kasket ya da Fötr şapka giyerlerdi. Şapka inkılabında halkın şapka giymeye isteksizliğinin sebebi budur. Rumları görmüş tanımış halk, fötr ve kasket şapka giydiğinde şeklen onlardan bir farkının kalmayacağını görmüş ve konuya sıcak bakmamıştır. Gördesli Türk, Rum'u daha uzakta iken şapkasıyla tanıyordu. Gördeslinin bu duygusunun sebebi inkılâplara karşı çıkmak değil, gayrimüslim Rumlara benzememek idi. Genç kuşakların bunları bilmesi lazımdır.
Burada fesin tarihinden de kısaca bahsedelim. Fes Türklere has bir şapka türü değildir. Osmanlılardan önce Doğu Roma, Adalar, Yunanistan ve Kuzey Afrika memleket- lerinde giyilmiştir. Sultan 2. Mahmut zamanında Mehmet Hüsrev Paşa adındaki bir Kaptanı Derya (Donanma Komutanı) Tunus ve Fas'a gittiğinde, orada halk ve askerlerin fes giydiğini görmüş. Kırmızı renkteki, hafif ve güzel olan bu şapkalar hoşuna gitmiş ve evvela donanmadaki askerlerine giydirmiştir. Bu zat bir zaman sonra Serasker, yani bugünkü Genel Kurmay Başkanı ya da Millî Savunma Bakanı olur, 1820-1825 yıllarına rastlayan bu dönemde, İzmir'de Donanma Nizamiye Askeri diye bir teşkilat kurdurur ve bunlara da fes giydirir. Bir tabur eğitimli fesli askeri İstanbul'a gönderir ve 2. Mahmut'un huzurunda resmi geçit yaptırır. Bu Padişahın hoşuna gider ve 1825'de bir ferman çıkarılarak keçe külah ve kavuk kaldırılıp fese geçilir. Geleneksel kıyafet ve alışkanlıklardan vazgeçmek kolay değildir. Tepkiler olmuştur. Ulema sınıfı güçlü olduğundan, onlara biraz daha tolerans gösterilmiştir. Şehir ve kasabalarda resmi kişiler fese geçmiş, ancak köylerde keçe külâh devam etmiştir. İlk zamanlar Tunus'tan 50 bin fes getirilmiş ve ucuz fiyatla satılmıştır. Sonra bir süre Avusturya'ya yaptırılmıştır.
2. Mahmut keçe külâhı eskiden de sevmezmiş. Bu şapka arayışları sırasında Avrupa'dan değişik numuneler getirilmiş, üzerinde düşünülmüştür. Bunların içinde bugünkü kasket şapka, namaz kılarken engel olur, diye kabul edilmemiştir. Bu dönemlerdeki kıyafet örneklerini İstanbul Topkapı Müzesi Silahhane bölümünde görmek mümkündür.

18. HELVACILIK VE FIRINCILIK

*Helvacılık ve Fırıncılık neden revaçta idi?
* Tütün tarlasında işçiye helva ikramı.
* Ünlü helvacılar kimlerdi?
Helvacılar da fırıncılar gibi, yarı lokanta görevini görürlerdi. Pazara gelen köylü, ya 5 kuruşla helvacılarda helva ekmek yer ya da fırınlarda güveç ekmek ile karnını doyururdu. Bu günkü gibi her gün çarşıdan hazır ekmek alma usulü yoktu. Ekmek evlerde yapılırdı. Tarladan ya da çarşıdan alınan buğday, değirmende un yaptırılır, hamur yoğrulur, hamur bezlerinin içinde minetlerle evin erkeği tarafından fırına götürülürdü. Pişirilen bu ekmekler aileye en az bir hafta yeterdi. Ekmekler kolay kolay bayatlamazdı. Fırıncıya pişirme bedeli olarak para ya da bir parça ekmek verilirdi. Bunun dışında fırınlarda fırancala tipi yuvarlak ekmek yapılırdı. Has undan ve normal maya dan olurdu. Suni maya kullanılmadığı için, tadı, kokusu ve lezzeti bir başka idi. Bu tür ekmekleri fırıncılar az miktarda da olsa çıkarır satarlardı. Pazara gelen köylü evine dönerken ailesine hediye olarak bu ekmekten (pazar ekmeği) götürürdü. Çünkü, yedikleri ya arpa ya da çavdar ekmeği idi. Pazar ekmeğinin başında köylü çocukları bayram ederdi. Bugünkü pasta gibiydi ve birer parça yenirdi. 1949'da Gördes'te 2 lokanta ve 5 fırın vardı. bu fırınlarda üretim şekli bugünkü gibi modern makine ve teçhizatla yapılmazdı. Ancak bazı yönlerden belki günümüze göre daha sağlıklı (hijyenik) bir ortamda ekmek üretilirdi. Fırıncı Hacı Ahmet Özkan ve oğullarının hatıralarından öğrendiğimize göre, fırınında hamur elle yoğrulurdu. Birisi bu işi yaparken, bir diğer kişi, hamura ter damlamasın diye terini silmek için başında beklerdi.
Eski Gördes'teki ünlü fırıncılar; Ekmekçi Hacı Ahmet ve oğlu Ekmekçi Mustafa (Özkan), Ekmekçi Hüseyin ve oğlu Ekmekçi Abdullah (Ekmekçi ),Fırıncı Faruk (Yabaş ), Fırıncı İbrahim (Evirgen), Ekmekçi Arif (Biletçi Mehmet Öztop'un kayın babası).
Gördes malum tütüncü memleketidir. Tütün dikmeye başlandığı veya bitirildiği zaman, çapa başlangıcı ve bitişinde, kırmaya başlandığı veya bitirilişinde ameleye (işçiye) moral vermek, mükâfatlandırmak maksadıyla, ağa (tarla sahibi) bir teneke köpük helva veya tahin helva getirir, amelelerine dağıtırdı. "Ağa bize helva getirdi " diye bayram edilirdi. Bu ikram onlara moral vermek ve emeğini helal ettirmek içindi. Çünkü tütüncülük zor ve zahmetli bir iştir.
Eski Gördes'in bilinen en meşhur helvacıları; Hıdırların Helvacı Hacı Ahmet ve oğlu Mustafa (Uğur), Helvacı Hüseyin (Uğur), Helvacı Hacı Hafız Ahmet ve oğlu Hacı Eyüp (İpek), Helvacı Halil (İpek), Helvacı Emin (Çivi), Helvacı Yusuf (Şahin), ve Yeni Gördes'te Helvacı Mesut (Aydın) idi. Bugün yeni Gördes'te 2 helvacı kalmış, bunların da ancak biri imalat yapmaktadır. Fırıncıların yarı lokanta özelliği de artık yoktur. Ancak bilinen diğer nitelikleri devam etmektedir.

19. LEBLEBİCİLİK

* Leblebi neden ve nasıl yapılır?
* Leblebinin çeşitleri nelerdir?
* Gördes badem şekerinin farkı nedir?
O tarihlerde yaklaşık 8-10 tane leblebici vardı. Tabii ki bunun sebebi leblebi tüketiminin ve talebinin fazla olmasıydı. Gördes pazarına gelen köylüler -ki o zaman 100'den fazla köyü vardı- köye dönerken çocuklarına helva, pazar ekmeği ve leblebi götürürlerdi. Leblebici Hafız Ahmet (Sıtkı Babayiğit'in babası), Leblebici İsmail (Babayiğit), Leblebici Osman (Babayiğit), Leblebici Hacı Mehmet ve oğulları Murtaza ile ağabeyi Ahmet (Ünal) meşhur, iyi leblebi yapan, çoğu hacı zatlardı. Şimdilerde Gördes'te leblebici de kalmadı. Bunların genellikle genişçe dükkanları vardı. Kiminin dükkanı sadece satış yeri iken, bazılarının ön tarafı satış, arka tarafı imalathane idi. İmalathane ortada etrafı taş ve çamurdan yapılmış bir duvarla çevrili yapının ortasında 80-100 santim çapında, altında ateş yanan, üzerinde korkulukları bulunan bakır tavadan müteşekkil bir sistem idi. Nohutu ıslatma ve elemek için gözer veya kalbur denen elekler vardı. Bu aletler kullanılarak günlük leblebi imal edilirdi. Leblebi nohuttan imal edilir. Ancak her nohuttan da leblebi olmaz nohutun özel bir türü kullanılırdı. Leblebici bunu, hatta tarlasını bile bilirdi.
Nohut önce bu bakır tavada ıslatılır, ardından hafif kavrulur ki, bu dönemde kabukları pul pul ayrılır. Gözer denen elekten elenerek ve savrularak kabuklarından temiz- lenir. Bundan sonra yine özel bir muamele görür ve kabarır. Dikkat edilirse leblebi nohuta göre daha iridir. Leblebinin normal, çifte kavrulmuş, tuzlu türleri ile leblebi unu üretilir. Leblebi çok sevilir ve her evde kapaklı sahan ve çömlek içinde yarım kilo, bir kilo kadar bulunurdu. Kuru üzümle, özellikle karaüzüm kurusuyla yenmesi çok güzel olurdu. Gördes dışına satış olur muydu pek bilinmiyor.
Leblebicilerin bir diğer önemli işleri de Leblebi şeker ve Badem şekerdir. Leblebi şeker leblebinin üzerinin birkaç milimetrelik şekerle kaplanmasıyla yapılırdı. Bu nişaşta ve şekerle, ıslatılmış leblebi kullanılarak elde edilir. Şeker leblebinin üzerine adeta kabuk gibi bağlanır.
Fakat Gördes için asıl meşhur olan "Badem şekerdir. Gördes malum badem ve ceviz memleketidir. Bademin içi alınır ve kavrulur. Kavrulurken suyla hafif tavlanır ve üzerine pudra şekeri ekmek suretiyle devamlı karıştırılır. Aynı zamanda kullanılan nişasta şekere yumuşaklık verir. Sonunda bademin üstü bir iki milimetre kadar şekerle kaplanır ve badem şeker ortaya çıkar. Manisa ya da İzmir'de imal edilen badem şekerlerin üzerindeki şeker sert ve çıtır olur. Gördes imalatı olanlar ise daha yumuşak ve lezzetli idi. Herkesin çok sevdiği ve bolca yediği bir çerez idi. Karşılıklı giden nişan tepsilerinin biri mutlaka badem şeker ile dolu olurdu.
 
Basmacı
Basma en yaygın kullanılan kumaştı; dar gelirli, hatta orta halli ailelerin kadın ve kızları basma giyerlerdi. Ayrıca amele, ırgat, yanaşma ve uşak boyundan erkeklerin mintanları da basmadandı. Seyyar basmacılar yelken bezinden büyükçe bir bohça, elde demir arşın sokak sokak dolaşırlardı. Basma satan bohçacı kadınlar günümüze kadar ulaştı.

Celep
Kentlere koyun ve sığır getirip satan esnafa celep denirdi. Celeplik büyük sermaye işiydi. Sürüler çobanlar tarafından uzak mesafelerden kente yaya getirilir; sürü yolda kısmen telef olurdu. İstanbul’un et ihtiyacı önceleri Balkanlardan, sonraları Erzurum yaylasından karşılanmıştı. Sürüler İstanbul’a büyük ölçüde Trabzon üzerinden sevk edilirdi.

Nalbur
Dünün hırdavatçıları nalburlardı. Çivi, kilit, menteşe vb. inşaat işlerinde kullanılan temel girdilerin satışı, pazar ekonomisinin gelişimiyle daha da önem kazandı. Nalburlar, kent ve kasaba ekonomilerinin ayrılmaz parçasıydı. Çoğu nalbur eşyası yurtdışından gelirdi.

Nalbant
Taşıma ve ulaşım sektöründe kullanılan hayvanların nallanması, hayvan tırnakları altına demir parçası yani nal ya da nalça çakılması, nalbantlığı yaygın bir hale getirmişti. Günümüzde otomobil lastiği ne ise nal da dünün Osmanlısında aynı işlevi görüyordu. Nalbantlar genellikle ulaşım güzergahlarında yer edinirdi.

Mestçi
Kundura ya da pabucun içine giyilen yumuşak ayakkabıya mest denirdi. Değişik türleri vardı. Devenin ayak derisinden yapılanına deve mesti, yandan kopçalısına serhatlı mest denirdi. İç mekanların temiz tutulması, mest giymeyi gerektiriyordu. Mestçi esnafı ayak ölçüsüne göre çalışırdı.

Sayacı
Saya, ayakkabının yumuşak olan üst bölümü yani yüzüydü. Eskiden halk dilinde, evlerin giriş kısmında ayakkabıların çıkarıldığı veya konduğu ufak bölüme de saya denirdi. Zamanla ayakkabı anlamında kullanılmaya başlandı. Sayacı, dünün ayakkabıcısıydı. Yaygın bir zanaattı. Geniş bir müşteri kitlesine hitap ederdi.

Rençber
Rençber, ilk evrelerde çiftçi anlamına geliyordu. Ancak kentleşmeyle birlikte bugün ırgat diye nitelenebilecek birçok işi üstlendi. Tarla, bahçe, yapı vb. yerlerde kazma, taş ve toprak taşıma gibi işleri yapan gündelikçi, amele ve ırgat, o günlerin rençberleriydi.

Sepetçi
Plastikten önce su geçirmez kaplar topraktan ya da bakırdan yapılır, diğerleri saz, kamış ya da ince dallardan örülürdü. Genellikle sapı olan, yiyecek ve eşya taşımak için kullanılan bu tür kapları sepetçi örerdi. Sepet hamalı, genellikle pazar yapanların sebze-mevyesini sırtındaki sepetle eve taşırdı. Sepet kimi zaman bavul yerine de kullanılırdı.

Urgancı
Keten, kenevir, pamuk gibi dokuma maddelerinden yapılan ince halatlara urgan denirdi. Gerek ev ekonomisinde gerekse zanaatta urgan yaygın olarak kullanılırdı. Urgancı örme işini bizzat yapar ve malını tüketiciye ulaştırırdı. Genellikle sabit dükkanları bulunurdu. Seyyar urgancı nadir görülürdü.

Bacacı
İstanbul’da yangınların büyük çoğunluğu, temizlenmesi ihmal edilmiş bacalardaki kurumların tutuşmasıyla çıkıyordu. Özellikle ahşap binaların yoğun olduğu kent dokularında, baca temizliği büyük önem taşıyordu. Kış öncesi bacacılara büyük iş düşüyordu. Fırın bacalarının da her ay temizlenmesi öngörülmüştü.

Bileyci
Bıçak ve emsali şeyleri çarka tutup bileyen esnaf genellikle seyyardı. Demirden yapılmış ev aletleri görece değerli eşyalardı. İstanbul’daki bileyci esnafının büyük çoğunluğu, Karadenizli bekar uşağı ya da Buharalı idi. Bileycinin mahalleye gelişi kısa sürede duyulur, ev sekenesi, her türlü kesici ya da yarıcı aleti sık aralıklarla bileyletirdi.
Erikçi
Osmanlı çoğu kez kendi bağ, bahçe ve bostanındaki meyveyi tüketiyordu. Ancak kentleşme kimi meyvelerin pazara çıkmasına neden oldu. Meyve genellikle mahallelerde haftanın belirli günlerinde kurulan pazarlarda müşteri bulurdu. Sokak satıcıları özellikle turfanda meyve satarlardı. Seyyar erikçinin pazarladığı turfanda erik, yazın yaklaştığını müjdelerdi.

Sarımsakçı
Osmanlı mutfak kültüründe sarımsağın ayrı bir yeri vardı. Keskin kokusuna rağmen besin değerinin yüksek oluşu ve kimi kokuları bastırması nedeniyle birçok yemek sarımsaklanmadan yenmezdi. Seyyar satıcıların bu konuda ihtisaslaşmaları, talebin yüksekliğini kanıtlıyordu.
Limonatacı
Limonata, dünün gazozu ya da “kola”sıydı. Özellikle yaz aylarının sıcak günlerinde limonatacıya büyük rağbet olurdu. Seyyar limonatacılar genellikle kente mevsimlik göçen Anadolu insanlarıydı. Üç-beş kuruşu bir araya getirir, hasat mevsiminde köyüne dönerdi. Limonata evlerde ikram kültürünün de bir parçasıydı.

Hallaç
Hallaç bugünkü döşemecilerin bir anlamda dününü simgeliyordu. Osmanlı hanesinde kullanılan yatak, yorgan, döşek gibi ev eşyasında dolgu malzemesi olarak pamuk ya da yün kullanılırdı. Zamanla sertleşen bu dolguyu hallaç, kiriş ve tokmağıyla kabartırdı. Hallaçların hemen hepsi Karadeniz yalısı uşaklarıydı.
Bezzaz
Bugünkü manifaturacıların karşılığı olarak, bez ve kumaş satan esnafa bezzaz, çarşılarına Bezzazistan denirdi. Halk ağzında zamanla “bedestan” ya da “bedesten”e dönüşmüştü. Kıymetli kumaş satanlara “üstüfeci”, “dibacı”, “kadifeci”, “atlasçı” denirdi. Bez ticareti, 19. yüzyılda büyük ölçüde İngiliz üreticilerin eline geçti.
Zerzevatçı
Zerzevat sebze anlamına geliyordu. Zerzevatçı ise bugünün maydanoz, dereotu, salata, hıyar, turp ve marul gibi sebzelerde uzmanlaşmış manavıydı. Kent dokularının bir parçası olan bostanlar, Osmanlı insanının sebze ihtiyacını karşılardı. Zamanla halden, civar ve semt bahçe ya da bostanlarından, pazar yerlerinden tedarik edilir oldu.
Çömlekçi
Topraktan yapılmış çanak, çömlek, testi, sürahi, bardak, kase, küp ve saksı gibi eşyalar satan esnafa çömlekçi denirdi. Orta ve üst gelir grupları, kalaylanmış bakır kap kullanırdı. Eskiden Bayezid Meydanı’nda bir sıra çömlekçi dükkanı vardı. Toprak kapların yerini zamanla bakır ve benzeri maden kaplar aldı. Ama çömlek özellikle kırsal yörelerde günümüzde de hâlâ kullanılıyor.
Değirmenci
Değirmenci aslında un öğüten esnafa denirdi. Görece büyük girişimci sayılırdı. Kahve değirmeni, günlük hayatın ayrılmaz bir parçasıydı. Keyif maddesi olarak kahve, çaydan çok daha önce Osmanlı’nın yaşamına girmişti. Kahve değirmeni satan esnaf da değirmenci addolunuyordu.
Kolancı
Hayvanın semerini ya da eyerini bağlamak için kullanılan örme ya da kayış bağa kolan deniyordu. Osmanlı taşımacılıkta büyük ölçüde hayvan kullanıyordu ve kolancılık ulaşım sektörünün “yan sanayi”lerinden biriydi. Özellikle yol güzergahlarında dükkan açarlardı.
Fesçi
Fes, II. Mahmud devrinde resmi serpuş olarak kabul edilmiş, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar Osmanlı erkeğinin kimliğini oluşturmuştu. Her ne kadar Feshane’de yerli fes üretilmişse de çoğu Avusturya’dan ithal ediliyordu. Osmanlı’nın son döneminde Avusturya mallarına karşı yapılan fes boykotu ünlüdür.
Kavuncu
Kavun ve karpuz, mevye olarak tüketildiği gibi, Osmanlı’nın tatlı ve su ihtiyacını da gideriyordu. Çevre bostanlarda yetiştirilen kavunlar, seyyar satıcılar aracılığıyla tüketiciye ulaştırılıyordu. Sepet içinde mahalle aralarında dolaşan kavuncu, genellikle Anadolu’dan mevsimlik göç etmiş insanlardandı.
İncirci
Dünün insanı şeker ihtiyacını büyük ölçüde meyveyle gideriyordu. Ülkede yaygın olan meyvelerden biri de incirdi. Hemen her Osmanlı’nın bahçesinde bir incir ağacı vardı. Yaş yenir, kurutulur, her mevsim tüketilirdi. Yaş inciri, seyyar incirci satardı. Kurutuldukdan sonra şekerci dükkanına düşerdi.
Leblebici
Dünün kuruyemişlerinin başında leblebi gelirdi. Nohutu, dış kabuğunu çıkardıktan sonra fırında kavurup seyyar satan kişiye leblebici denirdi. Bir tür ihtisaslaşmış kuruyemişçiydi. İçinde leblebi olan şeker, leblebi şekeri de revaç bulan bir eğlencelikti.
Pilavcı
Günümüz lokantasında tüketilen birçok besin maddesi, dün seyyar satıcılarca da pazarlanırdı. Çarşı-pazar yerlerinde, meydanlarda hâlâ gözlenen ve düşük gelir grubuna yönelik seyyar pilavcı, lokantaların ya da aş evlerinin yaygınlaşmadığı bir dönemde evinden uzak, sokaktaki insanın öğle yemeği ihtiyacını gideriyordu. Pilavcılar genellikle Karamanlı olurdu.
Salepçi
Salepçi dünün seyyar muhallebicisiydi. Ancak muhallebi pazarlayan seyyar satıcılar da vardı. Salep yumru köklü bir otun dövülmesiyle elde edilen beyaz tozun, şekerli süt ya da su ile kaynatılmasından elde edilirdi. Özellikle kış aylarında bozacılar ve salepçiler müşterinin ayağına hizmet götüren seyyar satıcılardı.
Kozacı
İpekli kumaş üst gelir gruplarınca tüketilirdi. Osmanlı ipeklisi yurtdışında da büyük beğeni kazanmıştı. İpekli üretiminin ham maddesi ipek böceği kozası, dokuma sektörünün temel girdilerinden biriydi. Bursa ve çevresinde yaygındı. Kozacı, koza ticaretiyle uğraşırdı. Koza üreticisiyle ipek imalathaneleri arasındaki ticareti yürütürdü.
Üzümcü
Bağ, bahçe, bostan eski kentlerin dokularının bir parçasıydı. Üzüm, incir gibi geniş tüketim alanı olan meyvelerdendi. Ayrıca şıra yapılır, kurutulur ve gayrı müslimlerce şarap yapımında kullanılırdı. Seyyar üzümcü, günlük taze üzüm pazarlardı.
Şerbetçi
Meşrubat sektörünün gözdesi şerbetti. Meyve özü, su ve şeker karışımı bu içecek ya da şurup, yaz aylarında kent insanının serinlemesine vesile olurdu. Ayrıca misafirlere şerbet ikram etmek de adettendi. Şerbetçi dükkanları olduğu gibi, seyyar şerbetçiler de müşteriye hizmet götürürlerdi. Özellikle seyyar demirhindiciler, İstanbul’a İzmir’den gelirlerdi.
Darıcı
Darı tohumları, buğday gibi besin maddesi olarak kullanılırdı. Bazı bölgelerde mısıra da darı adı verilirdi. Cin darısı, ateşte patlatılan ufak taneli mısırdı. Buğday ve buğday unundan yapılmış ekmek tüketmeye kesesi yetmeyen fakir insanlar, darı tüketirdi. Ayrıca hayvan yemi olarak kullanılırdı.
Çıracı
Osmanlı uzun yıllar enerji kaynağı olarak odun kullanmıştı. Kömür ancak 19. yüzyılda gündeme gelmişti. Odun, çam gibi reçineli ağaçların yağı ve çabuk yanmaya elverişli kesimleri kullanılarak ateşlenirdi. Genellikle Ürgüplü olan çıracı, tartıyla aldığı çırayı kalem kalem desteler, deste hesabıyla satardı. Özellikle kış aylarında sokakta sık görülen bir esnaftı.
Deveci
Demiryolu öncesi kara ulaşımında en yaygın kullanılan hayvan deveydi. Ayrıca sarayın hassa develeri vardı. Sefer-i hümâyunlarda padişahın ağırlığını taşır, sürre* alaylarında kullanılırdı. Deveciler genellikle konar-göçer yörüklerdi. Başlarına kırmızı sivri külah giyerlerdi.
Sucu
Eski zamanlarda hemen her evin bir kuyusu vardı. Ancak içecek su uzaktan getirilirdi. Sucu ya da saka, şehir ya da kasabada su taşımacılığıyla uğraşırdı. Pınar ya da çeşmeden aldığı suyu hanelere sevk ederdi. Limonatacı ve şerbetçi gibi, özellikle yaz aylarında sokakta bardakla su satan seyyar satıcılara da sucu denirdi.
Lehimci
Plastik öncesinde yaygın kullanılan maden kaplar, ev ekonomilerinde toprak kapların yerini aldı. Lehimci ya da tenekeci, küçük ev aletlerini tamir eden gezici esnaftı. Teneke maşrapa kulpunu, kademhane ibriği emziğini, gusülhane çinkosunu lehimlerlerdi. Lehimci genellikle demircinin yan sanayiini oluşturuyordu.
Ciğerci
Batılı seyyahların en gözde seyyar satıcısı, omuzda sırıkla dolaşan ciğerci ve paçacıydı. Mahalleye ciğercinin geldiği, evin kedisinden belli olurdu. Sokakta et satışı ender olmasına karşın, ciğer ve paça en çok rağbet gören sakatatlardı. Tavası, yahnisi yapılırdı. Sabit ciğercide yürek, böbrek gibi diğer sakatat türleri de pazarlanırdı.
Sepet Hamalı


Motorlu araçlar öncesi kent içi yükleme, boşaltma ve taşıma işleri hamal esnafının gediğiydi. Mevsimlik olarak İstanbul gibi büyük kentlere gelen hamalların güçlü loncaları vardı. Meslek çoğu kez babadan oğula geçerdi. Pazarlarda sebze-mevye taşıyanlarına küfeci denirdi. Her iş kolunun ayrı bir hamal kolu olurdu. Bunların en ünlüleri, iç ve dış bedesten hamallarıydı.
Sırık
Hamalı Fıçı gibi hacimli, yekpare ve ağır yük, sırık hamallarınca taşınırdı. Bunlar genellikle dört kişi olur, dişbudak ağacından yapılmış uzun sırıkları omuzlarına alarak, iki önde, iki arkada yükü paylaşırlardı. Taşıma büyük bir uyum gerektirirdi. Aksi takdirde yük diğer hamallara kayar ve kazalara neden olurdu. Beyoğlu’nda tahtırevanları taşıyanlara da hamal denirdi.
Demirci
Fabrika üretimi öncesi pek çok eşya ve alet, insan eliyle demirden yapılırdı. Demirci, demiri dükkanında döğer, biçim verirdi. Yorucu, ağır bir meslekti. Daima ateş karşısında, kömür ve demir tozlarına bulanarak çalışılırdı. Örs üzerinde demirin ağır balyozla dövülmesi pazı kuvveti, beden takatı ve sağlam vücut gerektirirdi.
Adını Bilip Kendisini İyi Bilmedikleriniz
Fotoğrafçı
19. yüzyılın ortalarında fotoğraf Osmanlı’ya ulaştı. Resmetmenin dinen cevaz verilmediği bir toplumda fotoğraf görselliği simgeledi; zihniyet değişikliğine neden oldu. Ama yine de Osmanlı’nın son dönemine kadar fotoğrafta kaçgöç hakim oldu. Ayak fotoğrafçıları, dakikalıkçılar ve şipşakçılar vesikalıkta uzmanlaşmışlardı.
Berber
1876’ya kadar, çarşı-pazarları, selâtin cami avlularını ve zaman zaman mahalle aralarını dört dönen berberlerin ayaklarının çıplak ve kollarının sıvalı olması gerekirdi. Bu şekilde müşteri, berberin ellerinin ve ayaklarının temiz olduğunu görebilirdi. Berberler ayrıca diş çekerler, sünnetçilik ve hacamatçılık yaparlardı.
Tüccar
19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin dışa açılması, ticaret hacminin önemli ölçüde artmasına neden oldu. Tüccar, doğmakta olan orta katmanların belkemiğiydi. Özellikle liman kentleri, tüccar kesiminin yoğunlaştığı mekanlardı. Zamanla esnaf olmaktan çıktı; Dersaadet Ticaret Odası bünyesinde toplandı.
Oduncu


Osmanlı’nın temel enerji kaynağı odundu. Isınmak ve ocakta yakmak için kullanılırdı. Odun, civar ormanlardan katır ya da eşek sırtında getirilirdi. Genellikle yaz aylarında mahzene odun istif edilir, kışa tedarikli girilirdi. Çoğu oduncu orman köylerinde yaşar, kasabaya ya da şehire malını pazarlamak için inerdi.
Portakalcı                                                                       
Dünün İstanbul’unda portakal nadirattandı. Ancak üst gelir grubu portakal tüketebilirdi. Portakalın Yafa gibi uzak yörelerden gelişi, tek tek satılacak kadar değerlenmesine neden oluyordu. Zamanla Anadolu’da da yetiştirilmeye başladı ve ucuzladı. Demiryolu ulaşımı başlayana kadar portakal değerli meyveler arasında yer aldı.
Yumurtacı
Dar gelirli Osmanlı’nın temel protein kaynağı yumurtaydı. Çoğu insan yumurtasını arka bahçesinde beslediği kümes hayvanlarından temin ederdi. Dünün mutfağında yumurta başköşedeydi. Yumurta seyyar satıcıların da el attığı sektörlerden biriydi. Zamanla buzhane yumurtaları, köy yumurtasıymış gibi pazarlanmaya başlandı.
Simitçi
Günümüzde hamburgerin yerine göz diken simit, dünün “fast food”uydu. Seyyar simitçi simidini ya bir çubuğa geçirir, ya orta büyüklükte bir sepete doldurur, ya da tabla üzerinde pazarlardı. Üstü susamlanmış halka biçimindeki bu çörek, kent kültürünün bir parçasıydı. Evden ırak çalışan insanın karın doyurmak için başvurduğu temel besin maddesiydi. Eskiden Safranboluluların mesleği olarak bilinirdi.
Balıkçı
Balık, kıyı kenti insanının temel besin maddelerinden biriydi. Boğazın yukarı yerleşim yerleri, balıkçı köyleriydi. Balıkhanede yapılan mezaddan satın alarak dükkanda yahut tahta kefelere doldurup askı ile omuzda sokak sokak dolaşıp satan ve günlük rızkını çıkaran seyyar satıcıya “tablakâr” denirdi.
Sütçü


Süt, Osmanlı mutfağının olmazsa olmazıydı. Hemen her evde süt kaynar; yoğurt, tereyağı ve peynir yapılırdı. Pastorize şişe sütünün olmadığı bir evrede ağılı ya da damı olan ve küçük ya da büyükbaş hayvan besleyen sütçü, aynı zamanda kapı kapı dolaşarak hayvanından elde ettiği sütü pazarlardı.
Nakliyeci
Nakliyeci taşıma sektörünü temsil ediyordu. Ulaşımda elverdiği ölçüde su yolu tercih edilirdi. Ancak ülkenin içerlek yöreleri ya da kent içi, kara taşımacılığını gerektiriyordu. Arabacı esnafı, kent ekonomilerinin en güçlü loncasını oluşturuyordu. Arabacı, mavnacı ve salapuryacı esnafı, İstanbul’da kent ulaşımının belkemiği durumundaydı.
Kebapçı
Lokanta Osmanlı’ya ancak 19. yüzyılın ortalarında girdi. O dönemde otellere “yataklı lokanta” denirdi. Kebapçı, kentin ya da kasabanın işler yerlerinde dükkân önüne masa sandalye atarak müşteri celbetti. Kebap yöresel özellikleriyle Osmanlı mutfağının ana mönülerinden biri oldu.
Şekerci


Bayramlık akide şekerinin yanı sıra, şekerden ibikli horozlar, şekere bulanmış elmalar, kuru incir ve ceviz, çocukların gözde şeker türleriydi. Seyyar şekerciler bayram günleri seyir yerlerinde gezerlerdi. Diğer günler mahalle aralarında dolaşırladı. Sabit şekerci dükkanlarında Safranbolulu, Geredeli, Dadaylı çıraklar çalışırdı.
Süpürgeci
Ev ekonomisinde temizlik aracı süpürgeydi. Günümüze oranla dünün sokaklarının toz toprağı boldu; yağışta çamur deryasına dönerdi. Süpürge çer-çöpü görüntüden kaldırsa da, dünün evi günlük temizlik yapmayı gerektiriyordu. Hemen her gün yerler nemlendirilir, ev süpürülür, etrafın tozu alınırdı.
Dondurmacı


Seyyar dondurmacılar, Uludağ gibi uzak yörelerden getirilen kar ya da buz içinde döndürülerek buz haline getirilen limonata, şerbet ve şekerli sütü yaz aylarında pazarlarlardı. Hıdrellez günü mutlaka dondurmacılar meydana çıkarlardı. Limonlu, vişneli, kayısılı, çilekli ve kaymaklı türleri revaç bulurdu.